17 Eylül 2017 Pazar

Freeman Dyson ile yapılan nehir söyleşinin tam tercümesi 6/13

  1. Cornell'deki diğer doktora öğrencisi arkadaşlarım.
    Ancak çoğunlukla yüksek lisans ve doktora öğrencileriyle oturuyor, onlardan bir şeyler öğreniyordum. Çok iyi bir öğrenci grubu vardı. Scalettar'ın yanı sıra daha sonra biyolog olan ve gayet iyi işler çıkaran Ed Lennox da vardı ve...
    SS: Brown, Laurie Brown da orada mıydı?
    O dönem orada mıydı değil miydi şimdi tam bilemiyorum ancak çok yakın arkadaşım olan Leonard Egis ile daha sonra bir deneyci olan Paul Hough oradaydılar. Ve Walter McAfee benim siyahi insanların dünyasıyla tanışmama vesile oldu. Kendisi siyahi bir Amerikalı'ydı ve tamamen başka bir dünyadandı ama onu candan sevmiştim. Birkaç yıl önce vefat etti. Yerleşik bir düzen kurmakta epeyce zorlandı ancak Cornell'e 1944 tarihli Askeri Hizmetini Tamamlayanların Yeni Şartlara Uyumuna dair kanun (İngilizce'de G.I. Bill olarak da bilinir) kapsamında gitmesi onun için bir şanstı. Savaş sırasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı Muhabere Teşkilatı'nda görev yapmıştı zannedersem ve geri kalan herkesten yaşça daha büyüktü, bir karısı ve birkaç çocuğu vardı ve dolayısıyla öğrenci yurtları yerine şehirde kalıyordu.
    SS: Bu sayede Amerika'daki ayrımcılığı da görmüş oldunuz..
    Aslında çok da fazla ayrımcılıkla ilgili değil, zira kendisi herhangi bir ayrımcılığa maruz kalmamıştı.
    SS: Hayır, üniversitede değil, şehirdeki ayrımcılıktan bahsediyorum.
    Zannetmiyorum. Kendisi gayet iyi muamele görmüştü. Aklımda kaldığı kadarıyla bir şikayeti yoktu. Hayatından gayet memnundu ve kimseye karşı öfke dolu değildi. Sadece farklı bir kişiliği vardı. Örneğin fanatik derecede beyzbola düşkündü. Diğerlerinin çoğuna kıyasla daha fazla Amerikan'dı ve yükseklere çıkmayı başardı. Demek istediğim şu ki, Cornell'den sonra yukarılara tırmanmaya devam etti ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na geri dönüp Fort Monmouth'taki Muhabere Teşkilatı'nda çalıştı.
  2. İngiltere ve ABD arasındaki sosyal farklar.
    SS: Cornell'de Amerika'daki yeni sosyal hayatla tanıştınız ve bu sizin daha önceden tecrübe ettiğiniz hayatla temelden farklıydı.
    Evet, İngiltere'ye kıyasla çok daha eşitlikçiydi; her ne kadar İngiltere'nin daha sosyalist, Amerika'nın da daha kapitalist olması beklense de, durum haddizatında tam tersineydi. İngiltere, Cornell'e kıyasla hala çok züppe bir yerdi. O dönemlerde Cornell ve daha geniş kapsamlı bakarsak Amerika savaşın bir sonucu olarak günümüze kıyasla çok farklıydı; Amerika çok eşitlikçi bir dönemi tecrübe ediyordu ve Amerikan yaşam tarzında kendine münhasır bir zaman dilimiydi bu. Yüksek lisans okulunda bulunan tüm ilgili kişilerin masrafları Amerikan devletince G.I. Bill kapsamında karşılanıyordu ve herkes için tahsis edilmiş muazzam maddi çıkarlar söz konusuydu. Etrafta pek çok ucuz konut mevcuttu ve genel olarak konuşmak gerekirse sosyal refah o zamanlar gayet iyiydi. Genel bir dayanışma havasından bahsetmek mümkündü; insanlar birbirlerine dostane bir tarzda yaklaşıyor, kimse ötekinden korkmuyordu.
  3. Soğuk Savaş ve Amerikan Bilim Adamları Federasyonu.
    Soğuk Savaş ben Cornell'deyken başladı denilebilir. Zannedersem Truman Doktrin'i o yaz beyan edilmişti ancak Soğuk Savaş hepimizi gerçekten etkileyecek derecede yürürlüğe girmemişti. Kronolojiyi tam hatırlamamakla beraber Amerikan Bilim Adamları Federasyonu'nun faaliyetlerine derinden bulaştığım doğrudur. Phil Morrison ve Hans Bethe oralarda önde gelen kişiliklerdendi. Nükleer silahların uluslararası kontrolü ve atomik enerji sanayisinin sivil kontrolü o dönemde ciddi bir endişe kaynağıydı, bir mücadele veriliyordu. Bu hususta pek çok siyasi faaliyet de yapılıyordu. O noktada Federasyon'a çoktan üye olmuştum. Federasyon'a gidiyor ve hem Birleşmiş Milletler'de hem de Washington'da neler olup bittiğini öğreniyorduk. Zannedersem o dönemlerde Birleşmiş Milletler Atomik Enerji Komisyonu'nun toplantıları da yürütülmekteydi.
    SS: Bu aynı zamanda Kramers ile ilk defa görüşmenize de vesile oldu mu yoksa Kramers ile daha sonra mı tanıştınız?
    Hayır, onunla Princeton'da tanıştım ama kendisi orada Hollanda'yı temsil ediyordu. Cornell'de en çok işin siyasi yönüyle angaje olmuştum. O noktada Soğuk Savaş demiyorduk.
    SS: O zaman hala atomik enerjinin uluslararası kontrolü deniyordu.
    Evet ve neredeyse bir dünya devleti elde etmeye çalışıyorduk. Diyeceğim o ki insanların Birleşmiş Milletler'i ciddiye almasına gayret ediyorduk.
    SS: Bu meyanda Cornell de ilginç bir yer olsa gerek zira orada Wilson, Bethe ve Morrison ve...
    Bahsettiğiniz kişiler Los Alamos hakkında konuşurlardı ve öğle yemeğinde onların etrafına oturur anlattıkları hikayeleri dinlerdik. Bu da benim için İngiltere'de hiç duymadığım yeni bir dünyaydı. Elbette İngiltere'de Los Alamos'tan dönen birkaç kişi vardı ancak tecrübelerini bu derecede kapsamlı paylaşmıyorlardı.
  4. Lamb kayması.
    İngiltere'den Amerika'ya gelmemin başlıca sebeplerinden birisi de o zamanlar fiziğe kaymaya karar verdiğimde tüm iyi deneylerin Amerika'da yapılıyor olmasıydı. Deneysel fizik söz konusu olduğunda o dönemde İngiltere epey kısır bir yerdi ve Amerika'da deneysel çalışmaların ana merkezi Columbia Üniversitesi'ydi. Columbia'da bir fizik bölümü vardı ve hem harika bir şahsiyet hem de büyük bir deneyci olan Rabi orada öncü roldeydi. Rabi'nin laboratuvarında İkinci Dünya Savaşı sırasında geliştirilen mikrodalga spektroskopisi teknikleri kullanılarak kesin sonuca götüren deneyler yapılıyordu. Kullanılan teknik İkinci Dünya Savaşı sırasında geliştirilen radar teknolojisinin bir yan ürünüydü. Tüm bu mikrodalga cihazları erişime açıktı ve mikrodalgalar ile görünür ışığa kıyasla atomların çok daha hassas ve ince ayrıntılarını gözleyebilirsiniz. Fizikçilerin oynamaktan en çok hoşlandıkları oyuncak, en basit atom olması hasebiyle, hidrojendir. Görünür bölgedeki ışıkla hidrojen spektrumunu çalışabilirsiniz ki nitekim 1930'lu yıllarda bu yapılmıştır. O dönemlerde kitaba uymayan bazı şeyler olduğuna dair bazı fikirler öne sürülmüştü. Gözlenen hidrojen spektrumu tam olarak Dirac'ın öngördüğü şablona oturmuyordu ancak aradaki fark çok da net değildi zira görünür ışık bunu kesinleştirecek kadar hassas değildir. Fakat savaştan sonra elinizde bulunan mikrodalga tekniklerle hidrojen spektrumunu gerçekten hassas bir biçimde ölçebiliyordunuz ki Lamb'in yaptığı da buydu. Rabi'nin danışmanlığında Columbia'da çalışan Willis Lamb mikrodalgaları kullanarak ilk defa yüksek hassasiyette hidrojen spektrumunu ölçmüş, teori ve deney arasındaki bu uyuşmazlığı bulmuş ve daha sonra söz konusu uyuşmazlığa Lamb kayması denmişti. Lamb kayması mikrodalgalar ile gayet net ve kesin bir biçimde tespit edilebilir. Bu kaymanın açıklanması ise öne çıkan bir problem olarak herkese meydan okuyordu. Hidrojen atomunu anlamazsanız hiçbir şeyi anlayamazsınız. Ayrıca hidrojen atomu tüm kainattaki en basit ve en derinlemesine incelenen nesnedir. Bu nesneyi izah etmede dahi bazı taşların yerine oturmadığının bulunması herkes için büyük bir şoktu. Dolayısıyla bu sorunun anlaşılması her teorik fizikçinin emeli haline geldi. Ve temelde benim de Amerika'ya gelişimin sebebi budur. Deneylerin burada yapıldığını biliyordum ve gerçek dünyada olan bitenle adam gibi irtibat kuracağım yer de burasıydı. Cornell'deki insanlar da Columbia'daki meslektaşlarıyla yakın temas içindeydi. Mesela Willis Lamb, o dönemde Cornell'de profesör olan Hans Bethe ile çalışmaları hakkında bilgi alışverişinde bulunmuş ve Bethe de fiziksel bir bakış açısına göre Lamb kaymasına ilk somut teorik izahı getirmiştir. Bethe, Lamb kaymasının altında hidrojen atomundaki elektronun protonla beraber Maxwell alanıyla da etkileşmesinin yattığını anlamıştı. Maxwell alanında meydana gelen çalkalanmalar elektronun proton etrafındaki hareketini etkiliyor ve böylece yörüngelerin konumunda hafif değişikliklere neden oluyordu. Dolayısıyla Lamb'in ölçtüğü aslında elektromanyetik alanın elektrona karşı verdiği geri tepkiydi ve Bethe bunu fiziksel bir bakış açısından kavramıştı. Sorun bunun hesaplanabileceğine dairdi. Kuantum elektrodinamiğinin o dönemki hali göz önüne alındığında söz konusu hesaplamayı yapamıyordunuz. Oyunun kurallarını o gün anlaşıldıkları şekliyle uygulamaya kalkıp Lamb kaymasını hesaplamaya çalıştığınızda cevap sonsuz çıkıyor ama deneyler sonlu bir değer çıkması gerektiğini söylüyordu. Kuantum teorisi burada faydalı olmamış, teori bu sorunla başa çıkamamıştı. Hans Bethe 1947 baharında bunu kılıfına uydurmayı başardı; yüksek frekanslı Maxwell alanını kestirip attı ve sadece düşük frekanslı değerleri dikkate aldı. Böyle yapınca üç aşağı beş yukarı doğru cevaba ulaşılıyordu.
    SS: Kütle renormalizasyonu yaparak mı?
    Evet. Kütleyi renormalizasyona tabi tuttu. Bu da ölçülen elektron kütlesinin zaten Maxwell alanının geri tepkisini ihtiva ettiği anlamına gelir. Dolayısıyla mukayesesini yaptığınız şey çıplak elektronla etkileşimde bulunan elektron değildi; burada [alanla] etkileşimde bulunan serbest elektronla yine [alanla] etkileşimde bulunan bağlı bir elektronu mukayese ediyordunuz. Böyle yaptığınızda hem serbest hem de bağlı elektronda etkileşim oluyordu ve siz de elektronun iki halini mukayese ediyordunuz. Bu da sonsuz kütle renormalizasyonunu çıkarıp atabileceğiniz anlamına gelir. Bir miktar daha işi kılıfına uydurduğunuzda 1000 mega döngülük sonlu bir sonuç elde edersiniz ki Hans da deneysel verilerle az çok örtüşen cevabını böyle elde etmiştir. Dolayısıyla ben geldiğimde durum böyleydi.
    SS: Ve bu sonuçtan ta İngiltere'deyken haberdardınız değil mi?
    İngiltere'de bizler bu sonuçları duymuş hatta zannedersem Hans'ın hesaplamasını dahi görmüştük ancak konuya ilişkin en son dedikoduyla haşır neşir olamamak ve olayların merkezinden 3000 mil uzak bulunmak bize ket vuruyordu. İşin göbeğindeki insanlarla doğrudan irtibat halinde değilseniz kendinizi dışlanmış hissedersiniz. Amerika'ya gelişimin altında bu sebep yatar.
  5. Hans Bethe.
    Bethe'nin dost canlısı olması ve öğrencilerinin sorunlarıyla ilgilenmesi beni hemen etkiledi. İngiltere'de hiç görmediğim bir biçimde bizler birbiriyle sıkı dost olan bir çeteydik. Bu buz gibi soğuk binaya vardığım ilk günün öğleden sonrasında Bethe ile karşılaştım ve dikkatimi çeken ilk şey ayağına geçirdiği aşırı derecede çamurlu botlardı. Bu sıcak ve nemli günlerden birisiydi ve zemin çok çamurluydu ancak yine de İngiltere'de hiçbir profesörü öylesine çamurlu çizmelerle göremezsiniz. Başka bir şey de herkesin ona Hans demesiydi. Bu benim için tamamen yeniydi. Diyeceğim o ki en iyi dostum olan Besicovitch'e dahi adıyla hitap etmeyi, ona Abram demeyi, hayal bile edemezken, bir profesöre adıyla hitap etmek aklıma dahi gelmezdi.
    SS: Kemmer'e bile mi?
    Hayır, Kemmer her zaman Kemmer'di.
    SS: Dr Kemmer?
    Hayır, Dr Kemmer de değil, sadece Kemmer. Zannedersem sadece soy isimleri kullanılıyordu. Her neyse Hans da iş yapma tarzı da çok farklıydı. Örneğin fiziği toplu olarak icra etmeye bayılırdı. Tek başınıza yapıyorsanız yaptığınız işin fizik olmadığını düşünür, fiziğin bir grupla beraber yapılabileceğine inanırdı. Daha işin başında bunu çok sevmiş ve hemencecik işin bir parçası olmuştum. Bethe'yi tanıştığım herhangi biriyle kıyaslarsanız, iş yapma tarzı nevi şahsına münhasırdı. İlkin, fiziksel olgulara mutlak şekilde hakimdi: size bir nicelik söylediğinde gidip de tablolardan bakmanıza gerek kalmazdı, doğru olduğunu bilirdiniz. Hidrojenin tüm atomik enerji düzeylerini, muhtelif elementlerin atomik ağırlıklarını, kurşun, altın, uranyum gibi maddelerin yoğunluklarını ve buna benzer fiziksel nicelikleri ezbere bilirdi. İlaveten, oturup doğru hesaplamalar yaparak sonuca ulaşmakta da elbette mahirdi. Bir problem uydurur, oturup onu kendisi çözerdi ve zannımca bu epeyce kendine özgü bir karakterdir. Rahatsız edilmediği zaman gün boyu hesaplama yapabilirdi ve ayrıca hemen hemen her zaman birisi gelip onu rahatsız ederdi ama bu da onun için çok büyük bir sorun değildi. 352. sayfaya bir şeyler yazarken bir öğrenci gelip bir soru sorarak araya girerse öğrenciyle ilgilenir ve öğrenci gider gitmez kağıt istifindeki 353. sayfadan çalışmasına aralıksız devam edebilirdi. Zamanını hayretengiz bir verimlilikle kullanırdı. Gerçekten zor hesaplamaları, onlar üzerinde fazla zaman harcamadan, sadece verimli çalışmak suretiyle yapabilirdi. Ve aşırı derecede güvenilir bir kimseydi: bir şey söylüyorsa, söylediğine inanabilirdiniz. Söylediği her şeye çok özen gösterirdi. Gerçekten de sağlam bir şahsiyetti. Feynman'dan çok farklıydı, zira Feynman'da muhayyile daha ağır basar. Diyeceğim o ki Bethe'nin sahip olmadığı yegane şey muhayyiledir. Kendisi hiçbir şeyi icat etmemiş, sadece olguları izah etmek amacıyla mevcut teorileri kullanmıştır. Deneysel olguları ve teorileri iyi bilip bunları birleştirmiştir. Öte yandan Feynman her daim bir teori icat ediyor, ders kitaplarında anlatılan teorilere itibar etmiyordu. Feynman kendi teorilerini kendisi icat etmek zorundaydı ve baş etmesi gereken sorun çok daha büyüktü. Kuşkusuz her iki cins fizikçiye de ihtiyaç var. Ancak benim için Hans ideal bir kişilikti zira ihtiyacım olan şey gerçek hesaplamalarla uğraşırken bana yol gösterecek bir rehberdi ve Feynman'ın bu yolda bana hiçbir faydası dokunamazdı. Hatta doktora öğrencileriyle arası iyi değildi. Daima doktora öğrencilerinden hoşlanmadığını söylerdi ve doktora öğrencilerinin ilgilenmesi gereken bir sorun ortaya çıktığında kendisi çözer ve onların ihtiyacı olan bir sorunu tedarik etmezdi. Zira çalıştığı her şey genellikle çok fazla hayal gücü gerektiriyor, bu da çoğu öğrencinin kapasitesini aşıyordu. Dolayısıyla Bethe ile çalışmak benim için çok daha iyiydi ama Feynman'dan da yığınla şey öğrendim.
  6. Herhangi bir şeye başlamanın zorluğu.
    Kendi tecrübeme göre bir işin en zor kısmı başlangıç aşamasıdır. Zannedersem, bu muhtemelen herkes için de geçerli bir şey ancak bir kere bir hesaplamanın ortasına gelmişseniz ve hesaplamalar su gibi akıyorsa, çalışmalarınızın bölünmesi çok da sorun değil. Daha sonra yeterli momentumu yakaladığınızda kaldığınız yerden devam edebiliyorsunuz. Öte yandan bir şeye yeni başlama aşamasındaysam çok ama çok gergin olurum ve daha gerçekten işe başlamadan birisi gelip de çalışmamı bölerse, o zaman bu beni sinirlendirir. Günüm heba olur. Bu elbette yazı işleri için de geçerli. Yazarken de zor kısım yazmaya başlamadan önceki kısımdır.
  7. Çalışma pratiği.
    Beynimden ziyade parmaklarımla bir şeyler bulduğumu zannediyorum. Mesela Lamb kaymasında yapacağım şey oturup elimde bulunan tekniklerle bir miktar hesaplama yapmak ve bunların bir işe yarayıp yaramadığına bakmaktır. Dolayısıyla bir miktar çabalarım, Heitler'in kitabından bir şeyler alır ve neden işe yaramadığına bakarım.
    SS: Kağıt üzerinde mi?
    Evet. Yazılı olarak aşama aşama işin nereye gideceğine bakarım. Asla önceden bir planlama yapamam ve yaptığım her işte, matematikte, fizikte veya düz yazıda bu geçerlidir. Özü itibariyle kervan yolda düzülür diyorum ve zor kısım her zaman işin başındaki çırpınma, çabalama aşamasıdır.
    SS: Ancak çabalamayı bitirdiğinizde problemi ne kadar sürede çözeceğinize ilişkin kaba da olsa bir fikriniz olur değil mi?
    Yani genellikle tahmin ettiğim zaman gerçekte geçecek zamandan daha fazla olur. Bir ay süreceğini tahmin ettiğim işleri bir iki haftada bitiririm.
    SS: Ama nelerin ihtiva edildiğini az çok bilirsiniz değil mi?
    Az çok bilirim, evet. Diyeceğim o ki bir kere yola koyuldum mu Bethe'nin onda biri kadar iyi bir performans sergilerim ki bu da gayet iyidir.
    SS: Ve o zaman yolunuzu küreyerek açabiliyorsunuz?
    Evet. Bir hesaplamaya koyulma ve onu bitirebilme kabiliyetim vardır ve elbette bu Bethe'den gördüğüm en üstün meziyettir.
  8. Cornell'den İleri Çalışmalar Enstitüsü'ne geçişim.
    Commonwealth Bursu tabii ki bir doktora çalışmasını kapsayacak kadar uzun soluklu değildi, böyle amaçlanmamıştı. Amaç sadece Amerika'da iki yıl geçirmekti ve İngiltere'de de doktora sistemi henüz akademik camiada tam oturmamıştı. Dolayısıyla eğer İngiltere'de kalacaksam bir doktoraya ihtiyacım yoktu ki ben de bu yüzden doktorayı çok umursamadım. Zannedersem Cornell'de kalsaydım zaten doktoramı iki yılda tamamlayamayacaktım. Buna engel teşkil eden bir kısım kurallar vardı. Doktora söz konusu dahi olmadı ve yaptığım tek şey aslında bir yüksek lisans (master) derecesine aday öğrenci olmaktı. O dereceyi de hiç almadım. Ve 1948 İlkbaharı gibi Bethe ve Oppenheimer bir araya geldiler ve ikinci yılımı Cornell yerine Princeton'da İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde geçirmem için gerekli ayarlamaları yaptılar. Neden olduğunu ya da kimin inisiyatif aldığını tam olarak bilemiyorum ama zannedersem Bethe benim Oppenheimer ve Enstitü'de bulunan diğer insanlarla tanışmamın iyi bir fikir olduğunu düşünmüştü. Her neyse, beni Enstitü'ye başvurmam konusunda teşvik etti ve ben de başvurdum. 1948'in sonbaharında Enstitü'ye geldim ve tamamen farklı bir toplulukla yeni bir başlangıç yaptım. Benim için çok da zor bir tercih değildi. Daha çok etrafı gezip görmekle ilgileniyordum ve herkes Oppenheimer'ın namını duymuştu ve onunla beraber çalışma fırsatını kaçırmak istemedim. Cornell'de kalsaydım Feynman'dan daha çok şey öğrenebilirdim ama yine de Enstitü'ye gelmeyi tercih ettim.
  9. Julian Schwinger'in yaz okulu konuşmaları.
    O günlerde Michigan'da her yaz bir yaz okulu olurdu ve teorik fizik sahasında çalışanlar için bir buluşma yeriydi. 1930'larda başlamıştı ve savaştan sonra da devam etti. 1948 yazında ise başlıca hadise orada Julian Schwinger'in vereceği derslerdi, ki ben de esas bu yüzden katılmaya karar verdim. Commonwealth Vakfı bundan pek hoşlanmadı. Bizim yaz aylarında çalışmamızı istemiyorlardı. Yazın turistik gezi yapmamız bekleniyordu ancak ben bu fırsatı kaçıramayacağımı söyleyerek ısrar edince onlarda "Pekala." dediler. Dolayısıyla ben de gittim ve altı hafta boyunca Schwinger'in verdiği dersleri dinledim.
  10. Richard Feynman'la çıktığım eğitici bir kara yolu gezisi.
    Bu esnada bir teklif aldım. Cornell'den ayrılmamla Michigan'da derslere katılmam arasında birkaç hafta vardı ve Feynman da o sırada Cleveland'dan Albuquerque'ye arabayla gidiyordu. Beni de Amerika'yı gezmek amacıyla yolda ona refakat etmeye davet etti ve Commenwealth Fonu da benim bunu yapmamı istediğinden ben de evet dedim. Cleveland'a bir otobüsle gittim ve Feynman beni orada karşıladı ve Cleveland'dan ta Albuquerque'ye kadar tüm Amerika boyunca arabayla yol aldık. O dönemlerde böylesi bir yolculuk günümüz şartlarına kıyasla daha bir macera doluydu. Otobanlara kıyasla nispeten daha dar olan çevre yollarında sürerek küçük kasabalardan geçip gerçek hayatı görerek yol alıyorduk. Harika bir yolculuktu. Oklahoma'da devasa bir yağmur fırtınasında mahsur kaldık. Tüm oteller dolu olduğu için bir oda bulamamıştık ve bizim durumumuzda olan kişilerle beraber adı motel ama pratikte genelev olarak çalışan bir yerde Feynman bize bir oda bulmayı başardı. Geceliği 50 sent! Dışarıdan gelen tuhaf sesler arasında hiç istirahat edemeden çok kötü bir gece geçirdik.
    SS: Bu da hayatın bir parçası...
    Evet. Yolda çok şeye şahit oldum. Harika bir zamandı. Ve gün boyunca otostopçuları da arabamıza alıyorduk ki o günlerde bu hayatın bir parçasıydı. Yol boyunca hep bize eşlik edecek insanlar vardı.
    SS: Dolayısıyla Feynman'la dört gün geçirdiniz.
    Evet. Feynman hemen hemen her şeyden konuştu. Vefat eden karısından, genel olarak hayata dair görüşlerinden ve özellikle nükleer bombalar hakkındaki fikirlerinden böylece haberdar oldum. Nükleer bombalara çok karşıydı ve bir gün nükleer bombalar sayesinde havaya uçacağımızı düşünüyordu. Dünyanın harap edilmeyeceğine dair pek bir umudu yoktu ve bunun sadece bir zaman meselesi olduğunu düşünüyordu. Fakat asla kasvetli bir kişiliği yoktu, her daim etrafına neşe saçar ve "Çok kötü olacak ama öyle ya da böyle bunu da aşacağız." derdi.
  11. Feynman ile fizik üzerine konuşmak: yol integralleri.
    Ve fizik hakkında da epeyce konuştu ve ben de elbette onunla çok tartıştım zira hala onun iş yapma tarzına kuvvetle muhaliftim.
    SS: Onun iş yapma tarzına bugün yol integralleri deniyor...
    Evet. Ona dedim ki: "Bak, işin matematiksel altyapısını doğru kurmalısın aksi takdirde yaptığın iş bir anlam taşımaz. Matematiğe ilişkin sağlam bir temelin olmalı. Resimler çizmen tamam ama..."
    SS: Sözünüzü kesebilir miyim?
    Buyrun.
    SS: Belki bize yol integralleri ve Feyneman'ın kuantum mekaniğine ilişkin görüşleriyle ilk nerede tanıştığınıza dair bir kaç şey söyleyebilirsiniz.
    İntegraller hakkında çok konuşurdu ama onları gerçek bir uygulamada kullanmadı. Şimdi Feynman'ın daha doğrusu onun fiziği icra edişinin iki ciheti vardır: Yol integralleri ona fiziksel dünyanın esas görünüşünü temin etmiştir. İlerleticiler (propagator) kullanılmadan önce yol integralleri vardı ve yol integrallerinde ilerleticiler yoktur. Yol integralinin söylediği şey basitçe şudur: parçacığın bütün tarihçelerini (histories) toplarsınız, yani dünya yapabileceği her şeyi yapar, hiçbir kanun ve kural olmadan. Başlangıçta dünyanın belli bir fiziksel halde bulunduğunu varsayıp ardından onun yapabileceği her şeyi yapmasına olanak tanırsınız. Her türlü yönde hareket edebilir, tüm parçacıklar istedikleri kadar mümkün olan her şekilde salınabilir ve nihayet sistemi gelecekte belli bir fiziksel halde bulmaya tekabül eden bir ihtimaliyat genliği (probability amplitude) vardır. İşte bu gelecekteki çıktıya tekabül eden ihtimaliyat genliği tüm yolların basit bir toplamından ibarettir. İşte yol integrallerinin tarifi budur. Kulağa mantıklı da gelir. Lagrange fonksiyonunun uzaydaki hacim integrali kadar her yolun bir genlik katkısı vardır. Feynman bunu asla kullanmamıştır ama bu bakış açısı ona fiziksel bir temel kazandırmıştır. Buradan yola çıkarak yol integrallerine kaba kestirmeler sunan ve her bir taneciğe düz çizgi halinde yörüngeler atayan bir kısım kurallar uydurmuştur. Düz yörüngeleri etkileştikleri uç noktalarda birleştirerek size parçacığın bir yerden ötekine nasıl gittiğini söyleyen ilerleticiyi elde ediyordunuz. İhtimaliyat genliğini elde etmek için de ilerleticileri topluyordunuz. Bu da yol integrallerinin kaba bir versiyonuydu ama aynı şey değildi.
  12. Feynman diyagramları.
    Feynman'ın fiziksel dünyayı resmetmesi yol integralleri kanalıyladır. O, dünyayı adeta her şeyin mümkün olduğu bir gergef gibi ele almıştır ve geleceği tahmin etmede yapmanız gereken tek şey geçmişte bilinen bir fiziksel halden başlamak ve arada geçen zamanda her şeyin gerçekleşmesine izin vermek, her parçacığın veya her alanın her yönde istediği kadar salınmasına imkan tanımak, ve nihayetinde gelecekteki belli bir konfigürasyona ya da gelecekteki fiziksel hale tekabül eden ihtimaliyat genliğini hesaplamak istediğinizde aradaki tarihçeleri basitçe toplamaktır. Her bir tarihçenin belli bir ihtimaliyat genliği katkısı vardır ve söz konusu genlik Lagrange fonksiyonunun geçmiş ve gelecek arasındaki uzay zamanda hacim integralidir. Buna Feynman resmi diyebiliriz ve kulağa da makul gelir. Fiziksel bir resim olarak anlamaya şayandır. Öte yandan bir de bu resme kaba bir kestirme sunan pratik bir versiyon da üretmiştir ki bunlara Feynman diyagramları diyoruz. Her ne kadar kestirme olmaları beklense de epeyce farklıdır. Feynman diyagramı sadece bir takım düz çizgi biçimindeki yollardan müteşekkildir ve bu yolların her bir taneciğin takip ettiği yörünge olması beklenir. Söz konusu yollar iki ya da üç doğrunun kesişebileceği uçlarında birleştirilir ve her tepe bir etkileşime tekabül ederken her düz çizgi de bir taneciğin takip ettiği yörüngedir. Ve sonra size taneciğin A'dan B'ye hareket etmesine tekabül eden ihtimaliyat genliğini veren ilerleticiler var. Burada da bir yol integrali yerine sadece ilerleticiler üzerinden bir toplam yapmanız gerekir. Bu işlemlerin size cevabı vermesi bekleniyor ve hayretengiz olan şey de gerçekten doğru cevabı vermeleridir. Gerçekten de bu basit diyagram yönteminin yol integralleriyle arasında bariz bir bağlantı olmadığı halde size doğru cevabı vermesi hayretengizdir. Benim bu meyanda Feynman'ı ikna etmeye çalıştığım nokta şuydu: Doğru cevabı bulmanız yetmez, ne yaptığınızı da anlamanız gerekir. Bu hususta büyük tartışmalarımız oldu ve ona bu konuyu eğer gerçekten anlamak istiyorsa kuantum alan teorisi öğrenmesi gerektiğini söyledim. O da kuantum alan teorisinin asla öğrenemeyeceği bir dil olduğunu ve öğrenmeye de değer bulmadığını söyledi. Ona kalsa fiziği denklemler cinsinden değil de resimler cinsinden yapardı. Ben de resimler cinsinden değil denklemler cinsinden düşünüyordum. Dolayısıyla bu hususta asla anlaşamadık ama diyaloğumuz keyifliydi.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Freeman Dyson ile yapılan nehir söyleşinin tam tercümesi 5/13

  1. Nicholas Kemmer'in danışmanlığında çalışmak.
    Fiziğe kaymaya karar verdim ve Trinity'de yeni bir başlangıç yapacaktım. Karşıma çıkan insanlar hususunda her zaman şanslı olmuşumdur. Trinity'ye vardığımda bu sefer karşıma Nicholas Kemmer çıktı ki o zaman fiziği öğrenebileceğiniz en ideal kişiydi. Kendisi Rus asıllı bir göçmendi. İsviçre'de göçmen olarak birkaç yıl kalmış, ardından savaştan hemen önce İngiltere'ye gelmişti. Savaş yıllarının bir kısmını ise Kanada'da Chalk River'da nükleer enerji sahasında çalışarak geçirmiş ve savaşın bitmesiyle Cambridge'e geri dönmüştü. Çok cömert bir insandı. Öğrencilere bir şeyler vermek, onları teşvik etmek ve iyi bir eğitmen olmak için daima zaman harcamaya gönüllüydü. Danışmanlığını yaptığı yığınla öğrenci vardı hatta bu sayı o kadar fazlaydı ki odasına iki öğrenciyi birden alır, onların sorularını cevaplardı. Danışmanlık Cambridge'deki işinin önemli bir kısmını oluşturuyordu ve iyi bir bilim adamı olduğu için herkes onunla çalışmak istiyor o da kimseyi geri çeviremiyordu. Bana da epeyce zaman ayırdı ve çok fazla şey öğretti ve aşırı derecede yardımcı oldu. Araştırma kariyerinin İkinci Dünya Savaşı yüzünden en kötü bir biçimde sekteye uğraması tam bir trajediydi. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce simetrik meson teorisi üzerine harika bir iş çıkarmıştı. Çok yaratıcı bir kurguyla pozitif, nötral ve negatif olmak üzere üç çeşit meson olduğu postulatını ortaya koymuştu. Özü itibariyle ta başından beri aklında bulunan SU(3) simetrisinden başka bir şey değildi bu. [Editörün notu: bu SU(2) olmalı.] Zannedersem bu çalışmayı 1938'de yayınladı ve o zaman bu iddia deneyle test edilmemişti ve o dönem itibariyle parçacıkların nasıl etkileşebileceğine ilişkin spekülatif bir fikir olarak büyük bir katkıydı. Ona göre bu üç meson da proton ve nötronlarla simetrik bir biçimde etkileşim içindeydi. Dediği her şey sonunda doğru çıktı. On yıl sonra Jack Steinberger ve diğerleri bunu doğruladı ancak bu başarı Kemmer için çok geç gelmişti. Diyeceğim o ki Kemmer'in ünü nedense hiç yükselmedi. Teorileri doğrulandığı zaman unutulmuştu ve bu zaman zarfında büyük bir itina ile kendini verdiği ve ana akım araştırmalara geri dönmesine izin vermeyen Cambridge'deki bu sefil öğretim işine odaklanmıştı.
  2. Heitler: elektromanyetik radyasyonun kuantum teorisi.
    O yıl Londra'da okuduğum kitap (ve yaptığım esaslı iş) Heitler'in kaleme aldığı Radyasyonun Kuantum Teorisi adlı eserdi. Mükemmel bir kitaptı. Kuantum elektrodinamiğini 1930'lardaki mevcut haliyle yani tüm açık uçları ve çözülmemiş problemleriyle anlatıyordu. Dolayısıyla, 30'larda yapılan her şeyi size anlatıyor ve bir düzene konulması gereken bir sürü karmaşa olduğunu size söylüyordu. Heitler'in kitabını okumam benim için çok iyi bir başlangıç olmuştur. Hatırladığım en iyi çalışma odur. Ayrıca okura hesaplanabilecek şeyleri de gösteriyordu. Kitapta diğer başka şeylerin yanı sıra Hans Bethe'nin parçacık çiftlerinin oluşumuna ilişkin harika hesaplamaları da vardı. Hem klasik hem de kuantum elektrodinamiği bir arada toplamıştı ve kitap Hans Bethe'nin tarzına da bir giriş hükmündeydi. Heitler'in kitabında yer alan pek çok şey haddi zatında Bethe'nin çalışmalarından alınmıştır.
  3. Kuantum alan teorisini çalışmam.
    Kemmer, her ikisi de mükemmel olan iki ders açmıştı. Birisi nükleer fizik, ötekisi kuantum alan teorisi üzerineydi ve kuantum alan teorisi o dönemlerde daha çok kıtasal Avrupa'da çalışılan bir konuydu. İngiltere'de fazla çalışılmadığı gibi Amerika'da da kimse üzerine eğilmemişti. Sahada Almanlar neredeyse tekel oluşturmuşlardı. Diyeceğim o ki konu Heisenberg, Pauli, Wigner ve diğer birkaç kişi tarafından icat edilmiş, neredeyse tamamen Almanya ve İsviçre'de geliştirilmişti. Konu üzerine yazılmış klasik kitap, savaşın ortasında Viyana'da yayınlanan ve İngiltere'de ya da Amerika'da bulunan herhangi bir kişinin erişimine tamamen kapalı olan, Wentzel'in kaleme aldığı Zur Quantentheorie der Wellenfelder adlı çalışmadır. Kemmer ya bu kitabı beraberinde getirmişti ya da Cambridge'de bir nüshası vardı ve bana okumam için verdi. Ve bu büyük bir avantajdı benim için. Zira kitap düzenli bir biçimde neyin bilindiğini ve neyin bilinmediğini ortaya koyuyordu ve aslına bakılırsa kuantum elektrodinamiğinde benim de ihtiyacım olan şey buydu. Kitap toplama bir çalışma değildi. Heitler'in fenomenolojik çalışması vardı, size yapılmış hesapları izah eden ve Wentzel'in kitabında genel matematiksel çerçeve çiziliyordu. Ama ikisinin bir kombinasyonunu almak imkansızdı. Her ikisine de şans eseri ulaşmıştım ve bu kitaplar Amerika'da yaptığım çalışmalara tam da doğru bir hazırlık teşkil etmişti.
  4. Cornell Üniversitesi'ne geçişimin sebepleri.
    Kemmer bana faydalı pek çok tavsiyede bulunmuştu. Cambridge'den sonra ne yapmam gerektiğini ona sorduğumda bana "Amerika'ya git." dedi. Kendisi Chalk River'dan gelmişti ve Amerika'da neler olup bittiğinin çok iyi farkındaydı. Amerika'ya gelmemdeki ilk saik bu olmuştur. Ardından bana Peierls ile konuşmamı ve onun olan bitenden çok daha iyi haberdar olduğunu söyledi. O zamanlar bir motosikletim vardı ve Cambridge'den Birmingham'a motosikletle gittiğimi ve Peierls'i bulduğumu ve onunla tüm bir öğleden sonra konuştuğumu canlı bir şekilde hatırlıyorum. Peierls ile ilk karşılaşmamdı ve ona ne yapmam gerektiğini sordum. O da özellikle Cornell Üniversitesi'ne gitmemi söyledi. Zira kendisi Los Alamos'ta Hans Bethe ile çok yakın çalışmıştı ve Bethe'nin de Cornell'e gittiğini biliyordu. İhtiyacım olan rehberliği Hans Bethe'den Cornell'de alacağımı söyledi. İlaveten Sir Hugh Taylor ile de konuştum (bu Sir Hugh, Cambridge'deki deneysel hidrodinamikçi olan Geoffrey Taylor değildi). Ona da aynı soruyu sordum ve o da aynı cevabı verdi. Gitmem gereken yerin Cornell olduğunu söyledi. O da Los Alamos'ta bulunmuştu. Nereye gitmem gerektiğine dair mükemmel bir tavsiye almıştım. Cornell'i bu iki kişi haricinde hiç duymamıştım ve onların tavsiyesi olmasaydı nereye gideceğimi bilemezdim. Cornell o dönemde İngiltere'de çok da iyi bilinen bir yer değildi. Herkes Harvard ve Yale'i biliyordu ama hiç kimse Cornell'i duymamıştı ve Cornell, elbette, tam da gitmem gereken yerdi. Nasıl olduğunu tam hatırlamıyorum ama Cornell'e gitmek için nasıl bir hazırlık yapmam gerektiğini sorduğumda yapmam gereken şeyin Commonwealth Bursu almak olduğunu söylediler. Dolayısıyla Commonwealth Bursu için bir başvuru yaptım. Avrupa'dan Amerika'ya giden öğrenciler için bu, o günlerde uğranılan standart bir mecra idi. Londra'da bir mülakata çağrıldım ve sonra bana bu Bursu verdiler.
  5. Bahtımın açık oluşu.
    Cornell'e 1947'nin güz döneminde, sıkıntısız bir biçimde müsrif denilebilecek bir bursla vardım. Bursum, hem Cornell'deki yaşam giderlerimi hem de yaz mevsimindeki seyahatlerimi karşılıyordu. Bursu verenler ABD'de yaz aylarında üç ay boyunca seyahat etmenizi teşvik ediyorlardı. Anladığım kadarıyla burs aristokrat ailelerin çocukları için tasarlanmıştı. Bizden öğrencilik yapmak yerine elçilik yapmamız bekleniyordu. Bu bursla beraber züppece bir aura da geliyordu. Yadırgamışımdır: Cornell'e savaş yüzünden fakirleşmiş bir ülkeden, Britanya'dan geliyordum ve maddi durumum Amerikalı öğrencilerden daha iyiydi. Çoğu Amerikalı yüksek lisans öğrencisi geçim sıkıntısı çekiyordu ve onlara kıyasla ben epeyce müreffeh bir hayat yaşıyordum. Queen Elizabeth gemisiyle güzel bir tarzda gelmiş, New York rıhtımında Hermann Bondi tarafından karşılanmıştım. Bondi bana şehri tanıtmada yardımcı oldu.
    SS: Bondi'yi Cambridge'den mi tanıyordunuz?
    Evet. Attığım her adım benim için daha da kolaylaşmış oluyordu. Daha sonra Cornell'e gittiğimde Michael Pupin'in otobiyografisini okudum. Kitapta, cebinde beş kuruş olmayan bir göçmen olarak nasıl -70 yıl önce- ABD'ye geldiğini ve yükselmek için mücadele ettiğini anlatıyordu. Kendimle karşılaştırdım, epey göz kamaştırıcı bir kontrasttı.
  6. Amerikan hayat tarzıyla tanışmam.
    Cornell'e Eylül'ün ortasında vardım. Dışarısı cehennem gibi sıcaktı ve içeride klimayı sonuna kadar açmışlardı. Fizik binası buz gibiydi. Amerikan hayat tarzıyla tanışmam böyle olmuştur: Bölüm Başkanı'nın makamına gittim ve orada bölüm sekreteri elektrikli ısıtıcının üzerine büzüşmüş ısınmaya çalışıyordu. Savaş yıllarında kemer sıkma politikasıyla İngiltere'de yaşayan birisi olarak gördüğüm manzara beni şok etmişti ama kısa bir zaman zarfında insan buna alışıyor.
  7. Rockefeller Binası'ndaki çevrem.
    SS: Newman Laboratuvarı o zaman var mıydı?
    Hayır. Bahsettiğim bina Rockefeller binasıdır.
    SS: O zaman Rockefeller binasına gittiniz.
    Rockefeller binasını her zaman sevmişimdir: eski, güzel, ahşap bir binaydı. Güzelliği altı yüksek lisans öğrencisinin büyük bir ofisi paylaşmasındaydı. Bu benim için harika bir şeydi. Zira Cambridge'deyken cam bir fanusta gibi izole edilmiştim. Orada insanlarla karşılaşıp, onlarla konuşabileceğiniz bir yer yoktu. Kolejde kendi odamda yalnız başıma kalmıştım. Daha sonra öğrendim ki o dönemde Cambridge'de çok ilginç kişilik ve kabiliyette pek çok insan varmış. Dick Dulles bunlardan birisidir. Kendisi benimle tam aynı dönemdir ve buna rağmen onunla hiç karşılaşmadım. Varlığını bile bilmiyordum. Mesela böyle bir şey Cornell'de asla olmazdı. Cornell'de, hepimiz bir arada bulunacak şekilde Rockefeller binasındaki eski püskü eşyalarla tefriş edilmiş, içinden tüm gün tangırtı sesleri gelen demir radyatörler bulunan geniş bir ofise tıkılmıştık. Son derece dost canlısı bir ortamdı ve aynı ofisi paylaşan altı kişi gerçekten de yakın arkadaş olduk ve bu benim için çok büyük bir anlam ifade ediyordu. Amerikan tarzına balıklama dalmıştım.
  8. Cornell'deki dersler ve insanlar.
    Cornell'de elbette Bethe'den bir ders aldım. Zannedersem ileri kuantum mekaniği dersiydi ve mükemmel bir biçimde bize Lamb kayması hakkında bildiği şeyleri anlatıyordu. Diyeceğim o ki literatürde o an itibariyle konuyla ilgili bilinen şeylere bizim intibak etmemizi temin etmişti, mükemmeldi. Ve Wilson'ın verdiği bir deneysel fizik dersine katıldım. Kendisi tabii ki harikulade bir deneyciydi ve bunun yanı sıra...
    SS: Bu laboratuvarda elinizi kirlettiğiniz ilk tecrübe mi oluyor?
    Yani aslında hayır. Wilson'ın dersi bir laboratuvar dersi değildi. Deneylerin teknik ayrıntılarını izah eden bir dersti sadece. Ancak Lyman Parrott'ın verdiği ve laboratuvar deneylerinden oluşan bir ders vardı ve ben onu da aldım. Gerçek laboratuvar araç gereçlerine dokunmam ve onları kullanmam bu sayede oldu. Çok şey öğrendim. Hatta Millikan'ın yağ damlacıkları deneyini yaparken neredeyse kendimi öldürecektim. Bu benim bir deneyci olarak kariyerime son noktayı koymuştu. Kendimi yüksek voltaja maruz bırakmıştım ve yerde serilmiş yatıyordum.
    SS: Sizden dersi bırakmanızı mı talep ettiler?
    O kadar da kötü değildi canım. Hatırladığım kadarıyla dersi az çok bitirdim ancak deneyci kumaşından kesilmediğim tebarüz etmişti. Her zaman Fermi gibi deneyler yapacağımı düşlemişimdir ve Fermi hem deney hem de teori yaptı - ancak bu bana uymuyordu... Cornell'de eskilerle yeniler arasında çok güzel bir ilişki vardı ve bu beni her daim memnun etmiştir: Cornell'de yaşlı pek çok öğretim üyesi vardı, orada uzun süre bulunmuşlardı ve öğretim işinin çoğunu da onlar yapıyordu. Lyman Parrott onlardan birisiydi ve onun kuşağından bir kaç kişi daha vardı. Öte yandan biz gençler onların yanında hemen hemen hiç öğretim işine bulaşmadan ve ders yükü altına girmeden, tüm ilginç şeylerle uğraşıyorduk. Gözleyebildiğim kadarıyla yaşlı fakülte üyelerinden kimse de buna içerlemiyordu.
    SS: Ve oradaki gençler de Morrison ve...
    Aslında Morrison epeyce öğretim işiyle meşgul oldu. Hayır, aklımdan geçen kişiler daha çok doktora sonrası çalışmalarını yürüten kimselerdi. Kendi işleriyle meşgul olmaları ve hiçbir sorumluluk altına girmemeleri teşvik ediliyordu.
  9. Lamb kayması denklemi üzerine yapılan çalışma.
    Bethe o senenin bahar mevsiminde bağıl/rölativistik olmayan Lamb kaymasına ilişkin hesabını yapmış ve yayınlamıştı. Hepimiz de bunu öğrenmiştik. Ayrıca yapılan hesabın geçici ve üstünkörü olduğu da barizdi ancak fiziksel muhteva doğruydu ve önümüzdeki sorun hesaplamaları matematiksel olarak doğru, daha hassas ve tabii ki rölativistik bir çerçevede yapıp yapamayacağımızdı. Bethe cevabı 40 megahertz'e kadar doğru bir biçimde bulmuştu - toplam Lamb kayması o zaman bin kırk civarındaydı ve onun kaba hesabı bin civarında bir sonuç veriyordu. Ancak deneysel sonuca daha da hassas bir biçimde ulaşıp ulaşamayacağımız sorunu açıktı ve çok daha güçlü bir yaklaşıma ihtiyacımız olduğu barizdi. Hans'ın bana verdiği problem de buydu ancak o önce spin 0 durumunu incelememi, bunun daha kolay olmasını beklediğini de söylemişti. Böylece problem görelilik kuramını içeriyordu ama Dirac denkleminden gelen tüm komplikasyonlar dışarıda tutulmuş oluyordu.
    SS: Spin 1/2 problemini çalışan başka bir öğrenci mi vardı?
    Evet. Richard Scalettar spin 1/2 problemini çalışıyordu. Kendisi çok yakın arkadaşımdı ve çok yavaş çalıştığından süreç biraz sancılıydı. İyi bir insandır ve onunla yıllar boyu temasımı hep sürdürdüm ama bu işi yapmak için yeterli birisi değildi. Diyeceğim şu ki kendisine verilen görev çok zorluydu ve zannedersem burada hatanın büyük kısmı bu işi ona vermekle Hans'a aitti. Bende spin 0 probleminde yani fiziksel olmayan durumda olanca hızımla ilerliyordum. Bunda benim için bir sorun yoktu çünkü ihtiyacım olan tecrübeyi kazanıyordum nihayetinde ve bu da beni mutlu ediyordu. Ancak Hans için bu son derece yetersizdi zira Hans fiziksel durum, yani spin 1/2 problemi için doğru cevaba bir an önce ulaşmak istiyordu. Zannedersem bu durum Hans için sinir bozucuydu zira Richard Scalettar problemle boğuştukça boğuşuyor ama cevaba ulaşamıyordu ve bense başka bir problemle uğraşıyordum. Her neyse, hepimiz problemi Scalettar'dan söküp almanın uygun olmadığını düşünüyorduk ve dolayısıyla problemden uzak durduk. Durum hiç de kolay değildi. Hem Scalettar hem de ben bunun az çok farkındaydık ancak dost kalmaya karar verdiğimizden birbirimizin ayağına asla basmadık.
  10. Richard Feynman ve yaptığı çalışmalar.
    Cornell'de herkesin Dick'ten bahsettiğini hemen duydum. Herkes ona Dick diyordu. "Dick ne dedi?" ve "Dick bu hususta ne düşünüyor?" ve buna benzer ibareleri çok duymaya başladığınızda kısa süre sonra bu kişinin kayda değer birisi olduğunu anlıyorsunuz. Onunla ilk tanışma fırsatını bulmam ise Rochester'a gittiğimiz bir seminer sayesinde oldu. O zamanlar Rochester'daki Fizik Bölümünü Marshak yönetiyordu ve Weiskopf da oradaydı zannedersem.. tam emin değilim.
    SS: O zaman MIT'deydi.
    Belki olabilir. Her neyse o zamanlar Rochester'da bulunan kişi Marshak'tı. Dolayısıyla bir Rochester'da bir Cornell'de seminerler oluyor ve insanlar bu ikisi arasında gidip geliyorlardı. Bugünlerin birinde Feynman ile Rochester'a arabayla gidiyordum ve onunla ilk ciddi biçimde konuşma fırsatını edinmem bu şekilde olmuştur. Hem aramızda geçen konuşma hem de araba sürüşü çok heyecan vericiydi. Çok pervasız bir sürücüydü ve ben de...
    SS: Korkmuş muydunuz?
    Gideceğimiz yere canlı varsak şükür bilecektim. Korktum mu bilmiyorum çünkü Feynman'a inancım vardı ama... Her neyse, o da sürekli Los Alamos ve hayatında yaptığı işler hakkında konuştu. Konuşmayı çok severdi ve benim ne diyeceğimi ve İngiltere'de neler olup bittiğini merak ederdi hep. Daha ilk tanışmada kaynaşmıştık. Ardından yıl içinde onun yaptıklarıyla ilgilenen bir izleyiciye dönüştüm. Çalışmalarını ve kendine özgü kuantum elektrodinamiğini icat etmesini, parçaları bir araya getirmesini ve bu yolda neler olup bittiğini anlamak için gösterdiği çabayı takip ettim. İfadeleri başka insanların yaptığı gibi denklemlerle değil de diyagramlarla gösteriyordu. Dolayısıyla sonuç diye matematiksel sembollere bakmak yerine bir kısım şekillere bakıyordunuz. Bir yönüyle anlaşılması güçtü ancak doğru cevabı veriyordu. Bu benim için büyük bir meydan okumaydı ve kısa zaman içinde kendime Feynman'ın çalışmalarını kavrama hedefini koydum.
    SS: O noktaya değin sizin matematik ve fizik çalışma biçiminiz görsellik içermiyor muydu?
    Görsellik hiçbir zaman tarzımın bir parçası olmadı. Ben her zaman analitik olmayı tercih etmişimdir ve elbette kuantum alan teorisi de aşırı derecede görsellik dışındadır. Diyeceğim o ki kuantum alan teorisi tam olarak analizin içindedir. Feynman'a yaklaşımım bir antropoloji uzmanının yerlilerin ne yaptıklarını anlama çabasına benzer. Onunla aynı tür bir canlı olmadığım çok netti.
    SS: Kullanılan dil de bir tuhaf.
    Çok çok tuhaftı ama insanı şaşırtan şey doğru cevabı vermesiydi. Aslen Dirac'ın iş yapma tarzıyla aynı temel üzerine oturuyordu ancak Feynman bu branşı tamamen dönüştürmüştü. Dirac asla Feynman gibi diyagramlar çizerek hiçbir problemi çözmemiştir. Feynman'ın kendisi de yaptıklarını o zamanlar tam anlamıyordu. Sistematik bir temel üzerine her şey kısa zaman içinde oturdu ama kendisi de yolda giderken kuralları tesis ediyor, bunun için çıkan cevaplar ona yol gösteriyordu. Ve kendisinin hiçbir zaman tam çözemediği büyük sorunlardan birisi de kapalı döngülerdi. Elektronları ihtiva eden ve kapalı döngü üzerinde başladığı noktaya geri gelen bir diyagram olduğunda ne yaparsınız? Bunlara ilişkin kurallar da geliştirdi ancak hiçbir gerçek fiziksel motivasyon olmadan işaretin artı mı yoksa eksi mi olmasına ilişkin karışıklığı çözmek ve doğru cevaba ulaşmak amacıyla bazı kurallar icat etti. Onunla bu denklemler üzerine çok konuştuk. Genel kural şuydu: Feynman ofisindeyse kapıyı açık tutar ve herkes de içeriye girebilirdi ve gelen kişiyle konuşmak isterse "Güzel, hadi konuşalım." der, konuşmak istemediğinde ise "Çık dışarı!" derdi. Kimse de bunu üstüne alınmazdı. Hatta işin güzel yanı "Gel, haydi konuşalım." dediğinde bunu nezaketen yapmadığını, gerçekten konuşmak istediğini anlardınız. Onunla iyi geçindik.
    SS: O da hiç alan teorisi bilmiyordu değil mi?
    Öğrenmek bile istemiyordu. Daha başında "Bu şey benim için değil. Bu yoldan gidilirse işi zora sokarak problemi çözebilirsiniz. Ben bu yoldan problemi çözemem." demişti. Kendi yolunun daha iyi olduğunu biliyordu.
  11. Lamb kaymasına dair bulgularımızı sunmam.
    SS: Spinsiz taneciklere dair Lamb kayması hesabınızı bitirmiş miydiniz?
    Evet. Hatırladığım kadarıyla Ocak ayı civarında bitirmiştim. Ardından da bulgularımı sunmak için Amerikan Fizik Cemiyeti'nin bir toplantısına gittim ve fizik topluluğuyla ilk tanışmam böyle oldu...
    SS: Toplantı New York'ta mıydı?
    Evet.
    SS: Columbia Üniversitesi'nde olabilir mi?
    Muhtemelen evet. Ayrıntılarıyla hatırlamıyorum şimdi.
    SS: New York toplantısıydı.
    Her neyse, insanların beni ilk tanıdığı yer orası olmuştur.
    SS: Orada ilk kimlerle tanıştınız?
    Oppenheimer ve Schwinger gibi kimseler oradaydı. Onlarda benim gibi birisinin mevcudiyetinin ilk defa farkına vardılar.
  12. Güçlü etkileşime başlamam.
    Ardından Cornell'e geri döndüm ve elbette Scallettar yüzünden spin 1/2 problemi üzerine odaklanamadım. Ben de kendime güçlü etkileşim sahasında bir problem aramaya koyuldum. Zira bu konuyla ilgili bir kısım malumatı bana Kemmer nükleer fizik dersinde daha önceden aktarmıştı. Ben de güçlü etkileşim sahasında bir şeyler yapabileceğimi düşündüm. Yaptığım çalışmadan çıkan sonuç sadece skaler mesonlarda skaler ve vektörel etkileşimlerin denkliği oldu. Bu da Physical Review dergisinde ufak bir not olarak basıldı. Güçlü etkileşim sahasında boy göstermem bu şekilde oldu ve o sene yaptığım tüm iş bu kadardı. Ancak derslere de katılıyordum ve elbette pek çok şey öğrendim.