4 Temmuz 2018 Çarşamba

Freeman Dyson ile yapılan nehir söyleşinin tam tercümesi 8/13

  1. Oppenheimer'ın veda nasihatı.
    SS: Ayrılma zamanı geldiğinde Oppenheimer'ın yanına gidip konuştunuz mu? İleride yapacağınız çalışmalar hakkında...
    Evet, Oppenheimer'la konuştum ve İngiltere'ye geri dönmemin iyi olacağını söyledi. Buradaki çalışmalarımı İngiltere'de de yaymam gerektiğini düşünüyordu. Amerika'da güzel işler çıkarmıştım, İngiltere'ye geri dönmeli ve orada bir okul inşa etmeliydim. Geleceğim İngiltere'de olmalıydı. Bundan çok emindi. Birleşik Devletler'de bir hayat kurmamı istemiyordu. İhtiyaç halinde Lowestoft liman amirine iletilmek üzere bana gizemli bir not verdi. Onun kullanmaktan hazzettiği girift dil böyleydi. Bu mesajın ne manaya geldiğini asla anlamadım.. ancak zannedersem 1940'larda ya da 43'te Almanlar Danimarka'yı birkaç yıl işgal ettikten sonra Niels Bohr ve Musevi dostları bir bota binip İsveç'e geçmişler. Oppenheimer'ın da kabaca düşündüğü şey buydu.
    SS: Daima geri dönebileceğinizi...
    ... çaresiz bir duruma düştüğümde Princeton'a geri dönebileceğimi söylemek istiyordu. Ancak neden Lowestoft liman amirini seçti, asla anlamış değilim.
  2. Verena Haefeli'ye aşık olmam.
    Enstitü'de bulunan matematikçi üye kadrosunda Verena'ya aşık oldum. İsviçre'nin Zürih kentinden gelmekteydi ve temel matematikle ilgileniyordu. Harp esnasında İsviçre'de yaşamış, Speiser'le birlikte çalışmıştı ve grup teorisi hakkında çok şey biliyordu. Çok ciddi bir matematikçiydi. O dönem Enstitü'de hepsi de seçkin ve göz alıcı üç tane seçkin kadın vardı: İrlanda'dan gelen Sheila Powers, Fransa'dan Cécile Morette ve İsviçre'den Verena Haefeli. Enstitü'deki son ayımda Verena'ya aşık oldum. Tanışmamız çok hızlı oldu ve o zaman dört yaşında olan küçük kızı Katarine de çok sevmiştim. Katarine'in de bir baba figürüne ihtiyacı vardı. Ancak daha sonra alel acele İngiltere'ye dönmek zorunda kaldım ve ilişkimiz hakkında ne yapacağımıza dair bir karar verme fırsatımız hiç olmadı. Muhtemelen evlenecektik ama evlilik işi sürüncemeye bırakılmıştı.
  3. Verena Haefeli.
    O yıl Verena'nın buradaki varlığından şöyle böyle haberdardım. İngiltere'ye geri dönmemden sadece bir ay önce, 1949'un Mayıs'ında Lakewood civarında New Jersey sahiline yakın bir yerde bir araba kazasına karıştı. Genelde bir şeylere çarpıp dururdu zaten. Oraya ya duruşmaya katılmak ya da kendisine verilen para cezasını ödemek için gitmesi gerekiyordu ve ben de moral destek amaçlı ona refakat etmeyi kabul ettim. Bu vesileyle tanıştık ve zamanımız da kısıtlı olduğu için ilişkimiz çok hızlı gelişti. Birbirimize sırılsıklam aşık olduk ve bunu çok üzücü bir ayrılık takip etti. Çok neşesiz olduğumu hatırlıyorum. O aslında benden önce ayrılmıştı. Tam hatırlamıyorum ama yaz mevsiminde Illinois veya başka bir yere gitmişti. Herneyse ben de onun ayrılışının ardından İngiltere'ye gittim. Bu ani tanışma ve ayrılık tecrübemiz vardı ve takip eden yıl boyunca ben Birmingham'da o da Goucher College'da öğretmenlik yaparken hemen hemen her gün birbirimize mektup yazıyorduk. Yazışmayla canlı tutulan bir tür aşk ilişkimiz vardı ve bu benim için Birmingham'da yaşamı çok zor kılıyordu. Bu yüzden de bir daha asla İngiltere'yi evim olarak görmedim. Zira Verena'ya çok güçlü bir şekilde bağlanmıştım. Onun İngiltere'de daimi bir hayat kurmak istemeyeceğini bir sonraki yıl tecrübe ederek doğruladık. 1950 yazında, Ann Arbor'daki yaz okulu içi geri dönmüştüm; iki yılın tam ortasında yaz okulu için geri dönüş ve evlilik için izin almıştım. Ann Arbor'da evlendik ve onu İngiltere'ye götürdüm. Yaşayarak gördük ki Verena İngiltere'de mutlu olmayacaktı. Küçük kızıyla beraber Birmingham'daki ikinci yılımızdaydık ve çok pejmurde bir haldeydik. İngiltere'nin havasına hiç alışamamıştı. Katarine çoğunlukla hasta olurdu. Dolayısıyla ikinci yılımız çok zor geçti.
  4. Ebeveynimle ilişkim.
    Ben Amerika'dayken ebeveynim benim başarı haberlerimi sürekli alıyordu. Haftada en az bir defa anne ve babama mektup yazıyordum ve onlar da neredeyse günü gününe ulaşan mektupları birbirleriyle paylaşıyorlardı. Benim başarılarımdan dolayı elbette çok gurur duyuyor ve mutlu oluyorlardı. İngiltere daima bir dışaraya göç eden insanların ülkesi olmuştur. Dolayısıyla başka bir ülkeye göç ettiğinizde İngiltere'de kimse sizin hakkınızda kötü düşünmez. Sizinle gurur duyarlar. Bu benim ebeveynim için de geçerliydi. Benim Amerika'da olmam onlar için ilişkimiz açısından daha rahattı - İngiltere'ye geri döndüğümde ilişkimiz o kadar rahat olmadı. İlk olarak Birmingham'daki çalışmalarım tam istediğim gibi yürümüyordu ve ben de biraz ümitsizdim. Bir şekilde ebeveynimle yüz yüze ilişki kurmaktansa mektuplaşarak ilişki kurmak daha sağlıklıydı. Ve yaşamakta olduğum gönül ilişkisi nedeniyle de bir miktar gerginlik vardı zira Verena ile olan ilişkimiz riskli bir ilişkiydi. Verena boşanmıştı ve önceki evliliğinden küçük bir kızı vardı. Ebeveynimin istediği türden bir gelin değildi. Bunu bana net bir şekilde ilettiler. Onu elbette kabul etmek istiyorlardı ama bu konuda şevkli değillerdi. Bu da aramızdaki diğer bir engeldi. Amerika'da bulunduğum ve İngiltere'deki ebeveynime güzel mektuplar yazdığım dönem kadar kendimi onlara yakın hissetmedim. Bunun da çok yaygın bir keyfiyet olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla İngiltere'ye geri dönmek kolay olmadı. Pek çok yönden İngiltere'yi seviyorum ama o noktada artık İngiltere'de bir yaşam kurmayacağım çok barizdi. Amerika'da çok fazla kök salmıştım.
  5. Rudolf ve Genia Peierls'in evinde misafir olmam.
    Peierls çok harika bir insandı. Bana hem iş verdi hem de evinde misafir etti. Birmingham'da geçirdiğim ilk yılın tamamını Peirles'in evinde misafir olarak geçirdim. Bazı yönlerden Genia Peierls bana annemin göstermediği anneliği gösterdi. Çok sıcak bir insandı. Kendisinin dört çocuğu vardı. Evi daima öğrencilerle doluydu ve onun evinde misafir olan öğrenciler muhteşem hatıralarla ayrılırdı.
    SS: Onunla İngilizce mi yoksa Rusça mı konuşurdunuz?
    Onunla daima İngilizce konuşurduk. Benim yarım yamalak Rusça'ma fazla tahammül edemezdi. O da çok tuhaf bir tür İngilizce konuşurdu ancak ne dediği çok barizdi ve anlaşılırdı. Dolayısıyla onunla istisnai derecede iyi geçindim ve benim için Birmingham'ı harcadığım zamana değer kılan o ve Rudi'ydi. Rudi ise çok aşırı derecede meşguldü. Öğretmen, bölüm başkanı ve idari amir olarak ağır mesuliyetleri vardı. Hemen hemen herşeyi kendisinin yapması gerekirdi.
  6. Klaus Fuchs'un hıyaneti.
    Ben oradayken Fuchs birkaç defa eve ziyarete geldi ve daima sıcak karşılanan bir misafirdi. Çok, çok nazik bir kimseydi. Hepimiz ondan çok hoşlanırdık. O dönemde Harwell'in teorik çalışmalar bölümünü yönetiyordu ve Birmingham'a gelmeyi seviyordu. Peierls'in uzun süredir çalışma arkaşıydı. Çok yakındılar ve Peierls'in çocuklarını da çok severdi. Çocuklarla arası çok iyiydi, arkadaş canlısı bir amca gibi kişiliği vardı. Dolayısıyla onun ziyaretlerinden hep keyif aldık ve Genia da onu severdi, en gözde misafirlerimizden birisiydi. Tam tarihini hatırlamıyorum hatta Birmingham'da mıydım yok başka bir yerde miydim bilmiyorum ama Fuchs tutuklandı. Hah, şimdi hatırladım. Ocak ayındaydı evet Ocak'ta ben oradayken tutuklanmıştı. Herneyse, kuşkusuz bu korkuç bir şoktu. Kısa zaman sonra onun sadece bir ajan olmadığı, bir numaralı ajan olduğu ortaya çıktı. Peierls açısından bu korkunç bir hıyanetti. Demek istediğim şu ki Fuchs'u Los Alamos'a getirmekten sorumlu kişi Peierls idi ve tüm bu hengame sadece Fuchs'un değil İngiltere'nin güvenilmez olması anlamına geliyordu ki bu da Peierls için çok büyük bir darbeydi. Zannedersem bu olay Peierls'e Oppenheimer vakasının Oppenheimer'a indirdiği darbeden daha ağırını indirmişti. Oppenheimer'ın Peierls kadar kamuoyunun gözünden düşme noktasında mağdur olduğunu zannetmiyorum. En azından bendeki intiba bu şekildedir. Bu olay pek çok cihetten Peierls ve Genia için tam bir faciaydı. Genia ise bu olan bitene çok üzülmüştü. Bir insanın dostlarına böylesi bir hıyaneti yaptığı aklına geldiğinde Genia'nın ağzından zehir zemberek sözler dökülür, "Bizler Rusya'da acıya nasıl katlanacağımızı bilir, doslarımıza ihanet etmeyiz." derdi. Uzun lafın kısası çok zor bir süreçti. Ve Peierls zaman zaman Fuchs'u ziyerete gitti ama Genia onunla herhangi bir bağı canlı tutmayı katiyyen reddediyordu.
  7. Gerry Brown.
    Gerry Brown ile de çok iyi bir dostluk kurdum. Çok ilginç bir şahsiyetti. O dönemde kendisi bir haymatlostu. Pasaportu bulunmayan bir Amerikan'dı.
    SS: Ayrıca o aşamada Komünist Parti'ye de üyeydi.
    Öyle mi? Bunu bilmiyordum.
    SS: Birleşik Devletler'i bu yüzden terketmişti. Peierls ile çok yakındılar ancak Brown'un siyasi angajmanlarını keşfedince şok olmuşlardı. Klaus Fuchs'tan sonra bu şoku atlatmaları zaman aldı.
    Bunu bilmiyordum. Demek istediğim şu ki ona karşı, en azından görünüşte çok dostane davranıyorlardı. Gerry Brown da o zamanlarda zorluklar içindeydi. Gördüğü misafirperverliğin değerini iyi bildi.
  8. Kuantum elektrodinamiğini tamamen çözülebilir bir teori yapma çabalarım.
    Bu büyük hedefleri olan bir programdı. Kuantum elektrodinamiğini tam olarak çözülebilir bir teori yapma hırsındaydım. Hedeflediğim teoride istenildiğinde herşey tam olarak hesaplanılabilecekti; tüm renormalizasyonlardan ari, sadece asimptotik bir seri değil aynı zamanda yakınsak bir seri ile matematiksel olarak iyi tanımlı bir teori olacaktı. Ve herşey istediğiniz sayısal hassasiyetle yapılabilecekti. Oturdum ve bunu yapmaya koyuldum. Geliştirdiğim taktik yüksek ve düşük frekansları veyahut enerjileri ayırmaktı. Böylece sistematik olarak öncelikle yüksek frekanslar üzerinden yakınsak bir kuvvet serisini takip ediyordunuz. Dolayısıyla en azından prensipte matematiksel ciddiyetle hesaplanılabilecekti. Yüksek frekanslı terimler halledildikten sonra tüm renormalizasyonlardan da kurtulacaktık. Problemin kalan kısmı ise sıradan fizikti. Geriye prensipte herhangi bir sorun arzetmeyen düşük frekanslı terimler kalacaktı. Problemlerin çözümünü bulmanız gerektiğinde yapmanız gereken tek şey tıpkı hidrojen atomundaki düşük frekanslarla uğraşmak istediğinizde yapmanız gerektiği gibi sıkı bir çalışmadan ibaret olacaktı. Programımız özü itibariyle yüksek frekansları analitik, düşük frekansları ise sayısal olarak muamele etmeyi öngörüyordu. İki yıllık çok sıkı bir çalışma temposuyla bağlandığım bu program başarısız oldu. Aslına bakılırsa bu işe adadığım odaklanma, diğer herhangi bir işe harcadığım sıkı çalışmadan daha fazladır. Dahil olduğum herhangi bir projede iki yıldan daha fazla bir süre yüksek bir konsantrasyonla çalıştığımı sanmıyorum. Ve aslında başarabileceğimizi sanıyordum. Programın muhtelif aşamalarında dört adet makale yayınladım. Herşey çok iyi gözüküyordu. Formal bir bakış açısından baktığınızda herşey tıkırındaydı. Schrödinger denklemi ve Heisenberg operatörlerini, formaliteleri ilgilendirdiği kadarıyla onları yakınsak yapacağını düşündüğüm bir forma indirgemiştim. Herşey tıkırında gözüküyordu. Geriye kalan tek şey yakınsaklığın ispatıydı. 1951 yılının yazında İsviçre'deyken kader anı geldi: aniden ne yaparsanız yapın serinin yakınsak olmadığını gösteren çok basit bir argüman buldum. İster yüksek ve düşük frekansları ayırın ister ayırmayın, kuantum elektrodinamiğindeki perturbasyon serisi basitçe yakınsamıyordu. Delilim olan fiziksel argüman Physical Review Letters dergisinde bir sayfalık bir nota olarak yayınlandı. Bu da dolayısıyla hikayenin sonu olmuştu ve o özel aydınlanma anı benim için pek bir kıvanç verici zaman dilimidir. Zira programın başarısız olmasıyla üzerimdeki bu yük bir anda kalkmıştı. Ben de artık bu sorun üzerinde düşünmek zorunda değildim. Hayatımın bu bölümü kapanmıştı. Bir veçheden bakıldığında ciddi derecede rahatlamıştım. Artık bu canavarla mücadele etmeye mecbur değildim. İki yıl süren bu savaşın zaferinin, benim kudretimin erişiminin dışında kaldığı barizdi. Her ne kadar bir başarısızlık olsa da aslında bir veçheden bakıldığında büyük bir başarıydı. Vardığımız yer bir çıkmaz sokaktı ancak bu çıkmaz sokağa eriştiğimiz olayların seyrinde kuantum alan teorisi hakkında çok mühim bir şey öğrendim: perturbasyon teorisi ıraksak bir teoriydi.
  9. Güçlü etkileşimler üzerine yaptığımız çalışma.
    Cornell'e 1951'de bir profesör olarak döndüğümde güçlü etkileşimleri incelemeyi amaçlayan yeni bir program başlattım. Kuantum elektrodinamiğinde yapabileceğimiz herşeyi yaptığımız barizdi: kuantum elektrodinamiği kapalı bir teori değildi. Matematiksel olarak iyi tanımlı bir teori olabilmesi için daha geniş bir şeyin içine gömülmesi gerektiği barizdi. Çalışılması gereken bir sonraki aşama, öyle veya böyle bir şekilde konuyla bağlantılı olan güçlü etkileşimlerdi. Ve bu zaman zarfında meson-proton saçılması üzerine ilk hakiki nicel deneyleri gerçekleştiren Fermi'den de güzel sonuçlar alıyorduk. Fermi'nin Chicago'da bu harika yeni siklotronu vardı. Dört yüz milyon voltluk enerjiye kadar mesonlarla protonların etkileştiğine dair deneysel veriler gelmeye başlamıştı. Sam Schweber da dahil olmak üzere muhtelif bazı kimselerle Cornell'de bir takım kurduk ve kuantum elektrodinamiğinde kullandığımız aynı teknikleri kullanarak güçlü etkileşimler üzerine çalışmayı hedefledik. Ancak etkileşimler güçlü olduğundan bir kısım ilave kestirmeler de kullanmamız gerekiyordu zira yüksek mertebeden gelen katkıların bir şekilde kesilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla çalışma sadece basit bir perturbasyon yaklaşımı değildi. Kullanılan yöntemin adı Tamm-Dancoff metoduydu. Haddizatında bu yöntem yüksek mertebeden terimleri ihmalden ibaretti ancak bir şekilde perturbasyon teorisinde olduğu üzere ikinci dereceden yüksek her terimi ihmal etmeye kıyasla daha fizikseldi. Dolayısıyla Tamm-Dancoff metodu az çok iki parçacık etkileşimlerinin ötesindeki herşeyi ihmal edip kaba bir kestirme yapmaktan ibaretti. Dolayısıyla oturduk ve bir takım üzerinde dikkatlice çalışılmış ve karmaşık hesaplamalar yaptık. Özü itibariyle yaptığımız çalışma bir meson ve bir proton arasındaki etkileşimi tarif etmektek ibaretti. Başka şeylerin yanı sıra saçılma kesit alanlarını da elde etmeyi hedefliyorduk. Bu program üzerinde bir buçuk yıl civarında çalıştık ve çok etkileyici sayısal sonuçlar elde ettik. Saçılma kesit alanlarını hesaplayabiliyorduk. Kullandığımız temel teori o dönemlerde mevcut olan pseudo-skaler meson teorisiydi. Teori basitçe pseudo-skaler meson alanıyla etkileşen bir nükleon alanından ibaretti. Bu ise pozitif, negatif ve nötr bileşenleri olan bir pion alanıdır ve protonla pseudo-skaler etkileşime sahiptir. Başlangıç noktamız olan temel fizik buydu. Epeyce kaba kestirmeler kullanarak saçılma kesit alanlarını hesaplamayı becerebilmiştik. Elde ettiğimiz sonuçlar da umut vericiydi. Fermi'nin deneysel olarak bulduklarıyla iyi bir uyum içinde oldukları görülüyordu.
  10. Fermi'nin çalışmamızı reddi.
    Çok hevesli bir haldeydim ve Chicago'ya gidip bu sonuçları Fermi'ye göstermeye ve ona ne kadar iyi işler çıkardığımızı söylemeye karar verdim. Fermi bu sahadaki itici güç olduğundan emeğimizin üzerinde Fermi'nin teşvik ve onayının olmasını istiyorduk ve bu benim Fermi'yle tanış olmam için de güzel bir fırsattı. Herneyse, Hans Bethe aracılığıyla Chicago'ya bir randevu ayarladım ve Fermi'ye yaptığımız işleri anlattım. Chicago'ya varıp Fermi'nin kapısını çaldım. Çok kibar bir insandı. "Evet?" dedi. Ona deneysel ve kendi teorik sonuçlarımızın beraber çizildiği bir grafik gösterdim. Deney ve teori uyumu gayet iyiydi. Fermi grafikleri alıp masasının üstüne koydu, kısa bir süreliğine onlara baktı ve "Yaptığınız işlerden çok da etkilenmedim." dedi. Ayrıca şunları da söyledi: "Bildiğiniz üzere teorik bir hesaplamayı yapmanın iki yolu mevcuttur: Ya zihninizde net bir fiziksel model vardır ya da çalışmayı çok ciddi bir matematiksel zemine oturtursunuz. Sizde ikisi de yok." Hepsi bu kadardı ve iki cümleyle tüm çalışmamızı çizip attı. O zaman teori ve deney arasındaki uyumu nasıl izah ettiğini sordum. "Uyum için kaç parametre kullandınız?" diye sordu. "Yönteminizde kaç tane serbest parametre var?" Saydım. Dört taneydi. "Bildiğiniz üzere Johnny von Neumann daima 'Dört parametreyle bir eğriyi bir file uydurur, beşincisiyle hortumunu bile kıpırdatırım.' derdi. Dolayısıyla sizin teori-deney uyuşmasını çok da etkileyici bulmuyorum." dedi. Ben de "Yardımlarınız için çok teşekkürler." deyip vedalaştım. Söyleyecek başka bir söz de kalmamıştı. Tüm tartışma 10 ya da 15 dakika sürmüştü. Cornell'e ekibe kötü haberi vermek için geri döndüm. Dolayısıyla bu hayatımdaki başka bir dönüm noktası olmuştu ve Fermi'nin yaptığı derinlemesine faydalıydı. İnsanı hayrete düşüren bu harikulade sezgiye sahipti. İyi ve kötü kaliteyi anında tespit edebilirdi. Demek istediğim şu ki eğer Fermi bize kırmızı ışık yakmasaydı bu hesaplamalar üzerine beş yıl çalışabilirdik. İşin nihayetinde Fermi haklı çıktı. Zira tüm hesaplamamızı dayandırıdığımız teorinin bir ilüzyon olduğunu gördük. Pionların pseudo-skaler teorisi diye birşey yoktur. Yaklaşık 10 yıl sonra quarklar bulundu ve tüm güçlü etkileşim teorisi bir quark teorisine dönüştürüldü. İki quarkı bir bileşke pion sistemine dönüştürdüğünüzde elinizde hakiki bir fiziksel teori olmaya başlar. Çalışmalarımızı oturttuğumuz tüm fiziki taban aslında yanlıştı ve tüm deneyle uyuma dair bulgularımızın ise birer yanılsama olduğu kesinlikle doğruydu ancak tüm bunları görebilmek için Fermi olmak gerekiyordu. O ise bütün bunları quarkları dahi bilmeden görebilmişti. Elbette kimse o dönemde quarkları rüyasında bile görmüyordu. Teorinin işe yaramaz olduğu adeta onun içine doğmuştu. Ve haklıydı. Bizi beş yıl boyunca körü körüne çalışmaktan kurtarmıştı ve bunu yaptığı için ona minnettarım. Ancak bu bizim için çetin bir durumdu zira proje kapsamında çalışan doktora öğrencilerimiz vardı. Kendi doktora tezleri için buna ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla zor bir durumla karşı karşıyaydık. Ekibime "Bakın, bu işin gideri yok. Elimizden gelen tek şey bulgularımızı yazıp yayınlamak ama ondan daha ileriye gitmez. Siz de kendinize başka bir çalışma kolu bulun." demem gerekiyordu. Ne doktora öğrencileri ne de benim için çok da keyifli bir durum değildi. Ancak nihayetinde bu hepimizin iyiliğineydi. Lakin Fermi'nin sahip olduğu deha buydu ve bu benim bir parçacık fizikçisi olmadığımı gösteriyordu. O yeteneğe sahip değildim. Tanrıvergisi yeteneklerim matematikteydi, fizikte değildi. Dolayısıyla kuantum elektrodinamiğinde olduğu gibi fizikte sağlam temellere oturmuş bir teori bulunduğu zaman, o teoriyi kullanarak harikulade işler ortaya koyabiliyordum ancak yeni bir teori icat etmeyi beceremiyordum. Öte yandan güçlü etkileşimler sahasında gerek olan işin niteliği tam da buydu, bir icat gerekiyordu. Bariz bir biçimde bu benim tarzım değildi. O zamandan sonra güçlü etkileşimler problemini bir daha ciddi bir şekilde çözmeyi denemedim. Alan teorisinin matematiksel vechesine odaklandım. Hem çalışırken mutlu oluyor hem de işe yarar şeyler çıkarabiliyordum. Whiteman programında kuantum alan teorisini aksiyomatik olarak tesis etme ve aksiyomlardan fiziksel sonuçlar çıkarma işine dahil oldum. Bu benim yapmayı çok sevidiğim bir işti. Fermi'nin terminolojisine göre kuvvetli bir matematiksel tabana oturuyordu. Fiziksel olarak doğru ya da yanlış ancak matematiksel olarak geçerliydi. Dolayısıyla fizik yerine matematikle devam etme tercihini yaptım.
  11. Doktora sisteminden neden hoşlanmıyorum.
    SS: Cornell'de iki yıl geçirdiniz ve ardından Enstitü'ye gittiniz. Cornell'deki meson nükleon saçılması tecrübeniz haricinde üniversitedeki hayat hakkında birkaç kelam etmek ister misiniz? Enstitü'ye gelmenize ve 1953'teki daveti kabul etmenize ne neden oldu?
    Evet. Bu zor bir tercihti; zira Cornell'de ruhsal yönden kendimi çok daha fazla evimde hissediyordum. Cornell çok daha sıcak bir yerdi. Kısmen Hans'tan ötürü gerçek bir topluluk havası vardı. Ancak Hans olmasa dahi devasa bir sadakate sahip bir yerdi. Cornell'de 40 yıl önce kurduğumuz dostlar hala orada. Orada 60 yıldır duran Hans da dahil olmak üzere bu kimseler asla oraları terketmedi. Orada kendimi evimde hissederdim. Ruhsal yönden Ithaca'da kendimi Princeton'a kıyasla daha fazla evimde hissediyorum. Dolayısıyla beni Cornell'e bağlayan böylesine güçlü nedenlerim vardı. Benim Amerika vizyonum Princeton değil, daima Cornell olmuştur. Princeton kesinlikle Amerika'ya yabancı bir yerdir. Ithaca hakiki Amerika'dır. Bu noktadan bakıldığında Ithaca'da kalmayı tercih ederdim ve oradaki insanları da çok sevmiştim. Ama doktora sisteminden nefret etmiştim ve bu benim Cornell'deki asli işimdeki uyumsuzluğa da esas bu sebep oldu. (Aslı işim doktora öğrencilerine eğitim vermekti.) Bana göre tüm bu doktora sistemi menfur birşeydir. Benim de doktora diplomam yok ve bu süreçten geçmek zorunda kalmadığım için kendimi çok şanslı addediyorum. Bence doktora, eğitim sürecinin çok iğrenç bir şekilde çarpıtılmasıdır. Ben bir doktora öğrencisinin sorumluluğunu aldığımda ne olacaktır? Öğrenci bir tez yazabilmek için iki hatta üç yıl boyunca aynı problem üzerinde çalışmaya mahkumdur. Ancak benim dikkatimi odaklama sürem bundan çok daha kısadır. Ben bir konuyu çok yoğun bir şekilde çalışmaktan bir yıl ya da daha az bir süre hoşlanırım. Konuyu bitirir ve bir başkasına geçerim. Dolayısıyla benim tarzım tüm bu doktora döngüsüne uygun değildir. Bir doktora öğrencisi bir problem üzerinde iki ya da üç yıl boyunca çalışmayı ister de ben konuya olan ilgimi yitirirsem ne olacaktır? Dolayısıyla benim fiziği icra etme yordamımla öğrencilere giydirilen bu deli gömleği arasında temelden bir uyuşmazlık vardı. Dolayısıyla tüm bu doktora sistemini bir ayak bağı gibi görüyordum ve elbette bu meson nükleon saçılması da bunun bir parçasını teşkil ediyordu. Ancak sadece meson nükleon saçılması değildi sorun; tüm doktora öğrencileri aynı kısıtlamalarla mukayyed idi ki ben de bunu onaylamıyordum. Basitçe söyleyeyim: bu sistemi sevmiyorum. Çok şerir bir sistem olduğunu ve pek çok kişinin hayatını harabeye dönüştürdüğünü düşünüyorum. Benim için Cornell'in olumsuz tarafı buydu. Buna mukabil Princeton'da bir yıllık dönemlerle çalışan Institute for Advanced Study'den iş teklifi almıştım. Burada, Enstitü'de, sadece doktora sonrası çalışması yapan (post-doc) kimseler var ve her yıl buraya gelip ne yapmak istediklerine kendileri karar veriyorlar. Burada bir post-doc ile bir yıl beraber çalışabilirim. Onu daha sonra iki ya da üç yıl boyunca burada tutmak zorunda değilim. Dolayısıyla altı ay veya bir yıl sonunda birbirimize elveda deyip, eğer istersek, ben ve post-doc öğrencim birbirinden farklı işlere girişebiliriz. Bu çok daha esnek bir sistemdir ve benim tarzıma da daha uygundur. Dolayısıyla bu benim Princeton'a gelmemde kuvvetli bir neden olmuştur. Buna ek olarak, elbette asla gözardı edilemeyecek maaş sorunu da vardı; o zamanlarda bir karım ve üç çocuğum vardı. Cornell'e bir profesör olarak vardığımda zengin olduğumu sanmıştım. Yıllık 8000 USD'lık bir maaşım vardı ve o zaman bu bana büyük bir servet gibi geliyordu. Ancak Ithaca'da bir karı ve üç çocukla iki yıl yaşadıktan sonra, daha doğrusu Ithaca'daki iki yılımızın sonunda üçüncü çocuğumuz oldu ve 8000 USD yetmemeye başladı. Öte yandan Princeton'dan gelen teklif 12500 USD'dı. Bu da değerlendirmemde ciddi bir faktör olmuştu ve bunu açıkça söylemekte de herhangi bir beis görmüyorum. Buna ek olarak Enstitü elbette çok büyük bir fırsattı. Burada bir profesör olmayı hayal ettiğim doğrudur. O zamanlarda dahi buralarda çalışmanın kendine mahsus bir şanı vardı. Geri tepemeyeceğim bir fırsattı. Herkes için en iyisi de buydu sanırsam. Zira benden sonra işe Ed Salpeter alındı ve orada muhteşem bir iş kotarmıştı. Halen de aynı pozisyondadır ve kesinlikle işe benden çok daha uygundur. Orayı terketmekle Cornell'e de bir şekilde iyilik ettiğimi düşünüyorum. Herneyse, benim tercihim her iki tarafa da uygundu ve kararımı böylece verdim. Burada zikretmem gereken diğer bir sebep de Cornell'deki ikinci senemde Hans tüm zamanını Los Alamos'ta geçirmekteydi ki bu Cornell'deki herkes için son derece tatsız bir durumdu. İlkin, Hans olmadan Cornell, Cornell değildi ve biz onun varlığını çok özlüyorduk. Hans orada değil diye herkeste az çok bir çöküntü hali vardı. Bu aynı zamanda ders yükünün daha da ağırlaştığı manasına geliyordu ve genel kanı Cornell'in artık çok da iyi bir yer olmadığı yönündeydi. Ve buna ilaveten Dick Feynman da aramızdan ayrılmıştı. Dolayısıyla ne Hans Bethe ne de Dick Feynman artık orada mevcuttu.
    SS: Aslında siz orada replasman olarak vazife yapıyordunuz.
    Feynman'ın yerine alınmıştım ve bu da orada Feynman'ın olmadığı anlamına gelmekteydi. Ancak Cornell benim öğrencilik yıllarımdan bildiğim aynı Cornell değildi.
  12. Milli güvenlik mahkemesi esnasında Oppenheimer'ın çamaşırcılığını yapmam.
    Oppenheimer'ın duruşmaları üç hafta boyunca devam etti ve bu süre zarfında gözlerden uzak bir yerde kaldı. Hiç kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Gazetecilerin onu rahatsız etmesini istemiyordu. Dolayısıyla ortalıktan kayboldu. Oppenheimer ile o dönemde en yakın temasım Washington'da gerçekleşen Amerikan Fizik Cemiyeti'nin bir toplantısı esnasında bana teslim edilen bir çanta kirli çamaşırını almam esnasında olmuştur. Bunları alıp Princeton'a götürdüm, yıkattım ve Washington'a geri getirdim. Neyse, işte Oppenheimer'ın gömleklerinin kuryeliğini yaptım; ona en yakın temasım budur. O toplantıdan aklımda kalan bir başka şey de Hans Bethe ile duruşmalar esnasında Washington'da karşılaşmamdı. Hans bana "Az önce Edward Teller ile tüm hayatımın en tatsız sohbetini gerçekleştirdim." dedi. Başka da bir şey söylemedi ancak ne dediği çok aşikardı. Teller, Oppenheimer aleyhine tanıklık edecekti ve Hans Bethe de onu bundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Fakat Teller kararından dönmedi ve aleyhte tanıklık etti. Bu da Teller ile Hans Bethe'nin yıllar süren çok yakın dostluklarının sonu olmuştur. Hans için çok kederli bir zaman dilimiydi. Bu da benim duruşmalarla birinci elden yaptığım ilk temastı. Tüm bu kargaşa nihayet sona erdikten sonra Oppenheimer Princeton'a geri döndü ve iyi görünüyordu. Mahkemenin bir sonucu olarak erişim yetkisini yitirdi. Ben bunun hem bizler hem de onun için iyi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Zira bu onun Washington yerine Enstitü'de tam zamanlı olarak bulunacağı anlamına gelmekteydi. Dolayısıyla öncesine kıyasla zihnini Enstitü'ye çok daha fazla odaklayabilecekti. Onun mahkemelerden sonra, öncesine kıyasla daha mutlu olduğunu hissettim. Daha rahatlamış gibi bir hali vardı. Ruhsal bir çöküntü veya benzeri durum yaşadığını sanmıyorum. Pekçok insan onun çöktüğünü söyledi ama ben böyle bir şey görmedim. Bana göre belirgin ölçüde rahatlamıştı: ona musallat olan bu şey sona ermişti ve bilimle uğraşmaya devam edebilirdi. Onun istediği de buydu. En azından bize böyle söylemişti. Princeton'a geri döndü ve hayat önceye kıyasla çok daha ilginç bir hale büründü; fen bilimleriyle ilgili konularda sohbet etmeye artık daha açıktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder