3 Temmuz 2017 Pazartesi

“Faydasız Bilginin Faydası” Abraham Flexner'in makalesinin tercümesi

Aşağıda İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün kurucularından ve 20. yy’da Amerikan yüksek öğrenim hayatını ıslah eden entelektüellerden Abraham Flexner’ın Harper’s Magazine adlı derginin 179. cildinin Haziran-Kasım 1939 sayısında çıkan, etkili yazısının tercümesi bulunmaktadır. Yazar, fayda ve yarar mülahazasıyla değil de merakının peşinde koşarak yapılan çalışmaların insanlığa en büyük faydayı sağlayıp insan ruhunu hür bıraktığını savunuyor. Tercüme tüm kusurlarıyla beraber bendenize aittir.
Mustafa Demirplak, 3 Temmuz 2017, Büyükçekmece


Faydasız Bilginin Faydası
Abraham Flexner

Medeniyetin bizzat kendisini tehdit eden akıl almaz boyutta husumetlere dalmış bir dünyada, kadın erkek, genç yaşlı kimselerin kendilerini tamamen ya da kısmen gündelik yaşamın kızgın akışından soyutlayıp, güzel olan şeylerin yeşertilmesine, bilginin arttırılmasına, hastalıkların tedavisine, dert ve kederlerin devasına adamış olmaları, tıpkı bağnaz kimselerin acı, çirkinlik ve elemi yaymaya angaje olmaları gibi, çok da merakı mucip bir şey olmasa gerek, değil mi? Dünya hep üzgün ve karman çorman bir yer olagelmiştir. Öte yandan şairler, sanatçılar ve bilim adamları da meşgul olmaları halinde kendilerini felç edecek faktörleri göz ardı etmişlerdir. Pratik açıdan bakıldığında, entelektüel ve spiritüel yaşam, ilk esnada, insanların başka sahalarda elde ettiklerine kıyasla daha büyük tatmin kaynakları sağladığı için kendilerini şımarttıkları, faydasız bir faaliyet şekli olarak görülür. Bu yazıda söz konusu faydasız tatminlerin peşinde koşmanın, aynı zamanda akla hayale gelmeyen yararların da hiç umulmadık türetilme kaynağı olması üzerinde duracağım.

Bitmek tükenmek bilmeyen bir tekrarla, çağımızın materyalist bir çağ olduğunu ve esas maksadının da emtia ve dünyevi fırsatların daha yaygın dağıtımı olması gerektiğini duyarız. Dolayısıyla, tamamen başkalarının hataları sonucu, dünyevi emtianın adil paylaşımından ve bunlara erişme fırsatından mahrum bırakılanların haklı feryadı, artan sayıda talebenin yönünü, seleflerinin peşinden koştuğu branşlardan, eşit derecede önemli ve acilen çözüm bekleyen toplumsal, iktisadi ve devlet yönetimine ilişkin sorunlara çevirmektedir. Benim bu eğilimle bir sorunum yok. Yaşadığımız dünya, varlığına duyularımızın tanıklık ettiği tek dünya. Bu dünya daha iyi ve daha adil kılınmadığı müddetçe, milyonlarca insan mezarına sesi soluğu kesilmiş, kalbi buruk ve küskün gitmeye devam edecek. Kendim uzun yıllar boyunca, okullarımızın, öğrencilere hayatlarını geçirecekleri dünyaya yönelik daha ciddi bir farkındalık kazandırmalarını teşvik etmek amacıyla gayret sarf ettim. Şimdi bazen o akımın çok güçlü olup olmadığını ve dünya, kendisine spiritüel mana katan bazı faydasız şeylerden arındırıldığında dolu dolu bir yaşam için yeterli fırsat bulunup bulunmayacağını merak ediyorum. Diğer bir deyişle, neyin faydalı olduğuna ilişkin anlayışımız, insan ruhunun uçarı ve kaprisli isteklerini karşılamaya yetecek kadar uygun bir kıvama erişmemiş olabilir.

Bu soruna iki açıdan bakabiliriz: bilimsel ve hümanist ya da spiritüel. Önce bilimsel olanı ele alalım. Bay George Eastman ile birkaç yıl önce fayda üzerine yaptığımız bir sohbeti hatırlıyorum. Müzik ve sanat zevkine sahip, bilge ve ileri görüşlü bir beyefendi olan Bay Eastman, bana, devasa servetini faydalı sahalarda eğitimi teşvik için tahsis etmek istediğini söylüyordu. Ona dünyadaki en faydalı bilim işçisi olarak gördüğü kişinin kim olduğunu sorma cür'etini gösterdim. Anında yanıt verdi: “Marconi.” Ben de “Radyodan aldığımız haz ya da telsiz ve radyonun insan yaşamına katkısı ne olursa olsun, Marconi’nin bunlardaki payı ihmal edilebilir düzeydedir.” diyerek onu şaşırttım.

Yaşadığı şaşkınlığı hiç unutmam. İzahat getirmemi talep etti. Ona verdiğim cevap üç aşağı beş yukarı şöyledir:

“Bay Eastman, Marconi’nin çalışması kaçınılmaz bir sonuçtu. Telsiz iletişim sahasında yapılan her şey için esas övgü, bu tür temel övgünün herhangi bir kimseye tahsis edilebileceği ölçüde, 1865’te manyetizma ve elektrik sahasında derin ve anlaşılması zor hesaplamalar yapan Profesör Clerk Maxwell’e aittir. Maxwell, soyut denklemlerini, 1873’te yayınlanan bilimsel bir çalışmada yeniden basmıştır. British Association’ın müteakip toplantısında, Oxford Üniversitesi’nden Profesör H. J. S. Smith, ‘hiçbir matematikçinin, bu ciltlerin sayfalarını, halihazırda soyut matematiğin yöntem ve kaynaklarına geniş ölçüde katkı yapan bir teoriye havi olduklarını fark etmeden karıştıramayacağını’ beyan etmiştir. Diğer keşifler de takip eden on beş yıl boyunca Maxwell’in teorik çalışmalarını tamamlamıştır. Nihayet 1887-1888 yıllarında geriye kalan bilimsel problem, yani telsiz sinyallerinin taşıyıcısı olan elektromanyetik dalgaların tespiti ve varlıklarının ispatı, Helmholtz’un Berlin’deki laboratuvarında bir çalışan olan Heinrich Hertz tarafından çözülmüştür. Ne Maxwell ne de Hertz, çalışmalarının faydalı olması hakkında bir kaygı duymamış, böylesi bir düşünce akıllarına dahi gelmemiştir. Onlar hiçbir yarar amacı gütmedi. Mucit, yasal anlamda elbette Marconi’dir, ancak Marconi’nin icat ettiği şey haddi zatında nedir? Sadece son teknik ayrıntı: çoğunlukla artık köhne addedilip ıskartaya çıkarılan ve adına koherer denilen bir alıcı cihaz.”

Hertz ve Maxwell hiçbir şeyi icat etmediler belki. Ancak zeki bir teknisyen tarafından önemi kavranan faydasız teorik çalışmaları sayesinde iletişim, gündelik işlerde yararlılık ve eğlence için yeni vasıtalar yaratılmış ve bu vasıtalar meziyetleri nispeten küçük adamlara şöhret ve servet kazandırmıştır. Kimdir burada gerçekten de işe yarar adam? Clerk Maxwell ve Heinrich Hertz, ancak Marconi değil. Hertz ve Maxwell fayda amacı gütmeyen dahilerdi. Marconi ise faydadan başka düşüncesi olmayan zeki bir mucit.

Hertz’ten bahsedilince Bay Eastman Hertz dalgalarını hatırladı ve ona Rochester Üniversitesi’ndeki fizikçilere tam olarak Hertz ve Maxwell’in neler yaptığını sormasını salık verdim. Fakat onu temin ederek bir şeyi de ilave ettim: Adı geçen bilim adamları çalışmalarını fayda düşüncesini gözetmeden yürütmüştür ve bilim tarihi boyunca nihayetinde insanlığa faydalı olduğu ortaya çıkan gerçekten de büyük keşiflerin çoğu faydalı olma arzusuyla değil de meraklarını tatmin arzusuyla tahrik edilen, kadın ve erkekler tarafından yapılmıştır.

“Merak mı?” diye sordu Bay Eastman.

“Evet,” dedim, “muhtemelen modern düşüncenin en göze çarpan özelliği, faydalı bir şey hasıl edip etmeyeceği önceden kestirilemeyen, meraktır. Kaldı ki bu yeni bir tespit de değil. Bu tespit ta Galileo, Bacon ve Sir Isaac Newton’a kadar gider ve meraka kesinlikle ket vurulmamalıdır. Öğrenim kurumları, merakın yeşertilmesine kendilerini adamalıdır ve doğrudan uygulamaya yönelik mülahazalar tarafından ne kadar az yollarından saptırılırlarsa, o derece hem insani refah düzeyine hem de eş seviyede önemli entelektüel merakın tatminine katkıda bulunmaları olasıdır. Modern zamanlarda söz konusu tatminin entelektüel hayatın egemen tahrik edici kuvveti haline geldiğinden dem vurulabilir.”

II

On dokuzuncu yüzyılın son dönemlerinde, Helmholtz’un laboratuvarının bir köşesinde, sessizce ve fark edilmeden çalışan Heinrich Hertz için geçerli olanın, son birkaç asırdır dünya üzerinde çalışan fen bilimciler ve matematikçiler için de geçerli olduğu söylenebilir. Elektriksiz kaldığında çaresizliğe düşecek bir dünyada yaşıyoruz. En acil ve geniş kapsamlı pratik kullanımı tespite davet edilsek muhtemelen elektrikte karar kılarız. İyi ama, yüz yıldan daha uzun süren elektriksel gelişimin temel keşiflerini kim yapmıştır?

Bu sorunun cevabı ilginç. Michael Faraday’ın babası bir demirci idi. Michael da bir mücellithaneye çırak olarak girmişti. 1812’de 21 yaşındayken bir arkadaşı onu Kraliyet Enstitüsü’ne götürdü ve orada Sir Humphrey Davy’nin kimyaya dair konularda verdiği dört dersi takip etti. Bir kısım notlar tuttu ve bu notların bir nüshasını da Davy’ye gönderdi. Ertesi yıl, yani 1813’te, Davy’nin laboratuvarında kimyasal problemlerle uğraşan bir asistan oldu. İki yıl sonra Avrupa’ya yapılan bir seyahatte Davy’ye eşlik etti. 1825’te otuz dört yaşındayken Kraliyet Enstitüsü Laboratuvar Başkanı oldu ve hayatının elli dört yılını burada geçirdi.

Faraday’ın ilgisi kısa sürede kimyadan faal hayatının geri kalanını hasredeceği elektrik ve manyetizmaya kaydı. Bu sahada önemli fakat kafa karıştırıcı çalışmalar Oersted, Ampère ve Wollaston tarafından daha önce yapılmıştı. Faraday onların çözüme kavuşturamadığı zorlukları temizledi ve 1841 yılına gelindiğinde elektrik akımının indüksiyonu meselesini başarıyla halletmişti. Dört yıl sonra, manyetizmanın polarize ışık üzerindeki etkisini keşfettiğinde, kariyerindeki ikinci ve eşit derecede parlak bir dönem başlamıştı. Önceki keşifleri, elektriğin modern hayatın angaryalarını aydınlattığı ve fırsatları arttırdığı sonsuz sayıda pratik uygulamayı doğurmuştur. Sonraki keşifleri ise, pratik neticeler yönüyle şimdiye değin üretkenlikte daha geridedir. Pekiyi bu mukayese Faraday’ın umurunda oldu mu? Kesinlikle hayır. Benzeri olmayan kariyerinin hiçbir döneminde fayda umurunda olmadı. Tüm dikkatini kainatın gizemlerini çözmeye odaklamıştı. İlkin kimyasal, sonraki dönemlerde fiziksel gizemler. Onun takdir ettiği önem sıralamasında yararlılık sorunsalı asla yer almadı. Yararlılığa ilişkin en ufak bir endişe onun dur durak bilmeyen merakına ket vururdu. Nihayetinde bir yarar elde edildi, ancak bu asla onun sınırsız deneylerinin tabi tutulabileceği bir kriter olmadı.

Günümüzün dünyayı kuşatan atmosferinde, savaşı daha yıkıcı ve daha korkunç yapmada bilimin oynadığı rolün, bilimsel faaliyetin bilinçsiz ve istenmeyen bir yan ürünü olduğunu vurgulamamız gerekiyor belki. British Association for the Advancement of Science başkanı Lord Rayleigh, yakın tarihli yazılarından birinde, modern harpte kullanılan maddelerin tahripkar kullanımından bilim adamlarının değil de insanın çılgınlığının sorumlu olduğunu ayrıntılarıyla izah etmiştir. Sonsuz derecede faydayı netice veren organik kimyaya dair masumane çalışmalar, nitrik asidin benzen, gliserin, selüloz, vb. maddelerle tepkimesinin, sadece anilin boya sanayii gibi yararlı sonuçları doğurmadığını, aynı zamanda iyi ve kötü kullanımları bulunan nitrogliserinin yapımına da neden olduğunu göstermiştir. Bir süre sonra aynı konu üzerine çalışan Alfred Nobel, nitrogliserini başka maddelerle karıştırarak, kullanımı güvenli katı patlayıcıların, ki dinamit bunlardan biridir, üretilebileceğini göstermiştir. Madencilikteki ilerlememizi ve Alpleri ve diğer sıradağları delen demir yolu tünellerini dinamite borçluyuz. Ancak, dinamitin siyasiler ve askerler tarafından istismar edildiği de bir vakıadır. Lakin, bilim adamları deprem ve sel baskınları için nasıl suçlanamazsa, dinamitin zararlarından ötürü de itham edilemezler. Aynı şey zehirli gaz için de söylenebilir. Pliny, neredeyse iki bin yıl önce Vezüv Yanardağı’nın patlamasından yayılan kükürt dioksiti soluduğu için öldü. Bilim adamları kloru savaşçıl amaçlar için izole etmemişlerdir, ki aynı şey hardal gazı için de geçerlidir. Bu maddelerin kullanımı faydalı kullanım ile kısıtlanabilir. Ancak uçak icat olunup olgunlaştığında yüreği ve beyni çürük kimseler, haddi zatında masum bir icat ve uzun, ön yargısız, bilimsel bir çabanın ürünü olan uçağın, herkesin hayal ve kasdi hedeflerinin hilafına, bir tahrip cihazı olarak da kullanılabileceğini düşünmüştür.

Yüksek matematik alanında ise hemen hemen sayısız örnek bulmak mümkün. Mesela, on sekizinci ve on dokuzuncu asırların anlaşılması en güç matematiksel çalışması olan “Öklitçi Olmayan Geometri”. Mucidi Gauss, çağdaşları tarafından seçkin bir matematikçi olarak tanınmasına karşın, “Öklitçi Olmayan Geometri” üzerine yaptığı çalışmalarını çeyrek asır boyunca yayınlamaya cesaret edemedi. Nitekim, Gauss’un Göttingen’de yaptığı çalışma olmadan, pek çok pratik yönelimleri bulunan izafiyet teorisinin keşfi mümkün olmazdı.

Yine, şimdilerde “grup teorisi” olarak bilinen şey, soyut ve uygulanamaz bir matematiksel teoriydi. Teori, meraklı ve merak ve meşgaleleriyle garip yollara sürüklenen insanlar tarafından geliştirildi. Ama günümüzde “grup teorisi” bugünlere nasıl gelindiğine dair hiçbir fikri olmayan insanlar tarafından her gün kullanılan spektroskopinin kuvantum teorisinin temelini oluşturmaktadır.

Tüm ihtimaliyat hesapları, esas maksadı kumar oyunlarının rasyonalizasyonu olan matematikçiler tarafından keşfedilmiştir. Hedeflenilen pratik amaçta başarısız olmuştur bu bilim, lakin tüm sigorta türleri için bilimsel bir taban teşkil etmiş olmasının yanı sıra on dokuzuncu asır fiziğinin çok geniş bir bölümü de ona dayanmaktadır.

Bu meyanda Science dergisinin son sayılarından birisinden aşağıdaki bölümü iktibas ediyorum:

Profesör Albert Einstein’ın, helyumun sıcaklık skalasının mutlak sıfırına yakın, insanı şaşırtan akışkanlığının gizemini çözmeye yardımcı olacak matematiği on beş yıl önce geliştirdiği açıklandığında, bilge matematiksel fizikçinin dehasının itibarı yeni boyutlara erişti. Şimdilerde Duke Üniversitesi’nde misafir profesör olan, Paris Üniversitesi’nden Profesör F. London, Amerikan Kimya Cemiyeti’nin moleküller arası etkileşim üzerine düzenlediği sempozyumda yaptığı konuşmada, “ideal” gaz kavramını Profesör Einstein’a isnat etmiştir, ki bu kavram Einstein’in 1924 ve 1925 tarihli makalelerinde geçmektedir.

Einstein’ın 1925 tarihli raporları, izafiyet teorisi hakkında değil, o zamanlar görünüşte pek bir pratik anlam taşımayan sorunları tartışmakta, sıcaklık skalasının alt sınırlarına yakın “ideal” bir gazın soysuzlaşmasını [ya da yozlaşmasını, degeneracy] tarif etmekteydi. Bahsi geçen sıcaklıklarda bilinen tüm gazlar sıvı faza yoğunlaştığından, Einstein’ın on beş yıl önceki çalışması bilim adamlarınca göz ardı edildi.

Öte yandan, yakın zamanda keşfedilen sıvı helyumun davranışı, yan kulvara itilen Einstein’ın konseptini faydalı olabileceği yeni bir sahaya çıkardı. Soğutulduklarında çoğu sıvının viskozitesi artar, yapışkanlaşır ve akıtılmaları zorlaşır. Sokaktaki adam viskoziteyi “Ocak ayında pekmezden daha soğuk” tabiri ile mefhumlaştırır ki doğru bir tabirdir.

Bununla birlikte, sıvı helyum şaşırtıcı bir istisnadır. Mutlak sıfırın sadece 2,19 derece üstünde “delta” noktası olarak bilinen bir sıcaklıkta sıvı helyum, daha yüksek sıcaklıktaki akışkanlığından daha iyi akar ve aslına bakılırsa sıvı helyum neredeyse bir gaz kadar bulutsudur. Tuhaf davranışına bir gizem daha eklemek için olsa gerek, bu sıcaklıkta devasa bir ısı iletkenliği de vardır. Delta noktasında bu özelliği yönüyle bakırdan 500 kat daha etkindir. Sıvı helyum bu ve diğer anomalileriyle birlikte fizikçi ve kimyacılar için büyük bir gizem kaynağı teşkil etmiştir.

Profesör London, sıvı helyumun davranışının en iyi izahının, onu bir Bose-Einstein “ideal” gazı addedip, 1924-25 yıllarında ortaya konan matematiği kullanarak ve metallerin elektrik iletkenliğinden bazı kavramları alarak yapılabileceğini söylemiştir. Basit bir benzetme yapacak olursak, sıvı helyumun insanı şaşırtan akışkanlığı, bu kavramın elektrik iletkenliğini açıklamak için metallerin içinde elektronların hareketine benzer bir şey olarak resmedilmesiyle kısmen açıklanabilir.

Bakışımızı başka bir yöne çevirelim. Tıp ve halk sağlığı sahalarında bakteriyoloji bilimi yarım asırdır öncü bir rol oynuyor. Nedir bu bilimin hikayesi? 1870 Fransız-Prusya harbinin akabinde, Alman Hükumeti o muhteşem Strazburg Üniversitesi’ni kurdu. Üniversite’nin ilk anatomi profesörü, bilahare Berlin’de de aynı görevi icra eden, Wilhelm von Waldeyer idi. Von Waldeyer Hatırat’ında, ilk akademik yarıyılda onunla beraber Strazburg’a giden öğrenciler arasında on yedi yaşında minyon tipli, ilk bakışta göze çarpmayan, Paul Ehrlich adında suskun bir gençten bahseder. O dönemin vasat bir anatomi dersi, dokuların diseksiyonundan ve mikroskobik incelenmesinden oluşmaktadır. Hatırat adlı eserde anlatıldığına göre Ehrlich diseksiyon çalışmalarına neredeyse hiç ilgi duymamıştır. Hikayenin kalan kısmını Waldeyer’den dinleyelim:

Ehrlich’in masasında tamamen mikroskobik gözlemlere dalmış bir şekilde uzun uzadıya çalışacağını erkenden fark ettim. Dahası, masası yavaş yavaş her türden renklendirilmiş numuneyle kaplanmaya başlamıştı. Bir gün iş yerinde oturduğunu gördüğümde, ona yaklaştım ve masasında gök kuşağının renkleriyle ne yaptığını sordum. Bunun üzerine, güya ilk akademik yarıyılında vasat bir anatomi dersi alan bu öğrenci bana baktı ve yumuşak bir ses tonuyla “Ich probiere.” dedi. Bu ifade hem “Çalışıyorum, deniyorum.” hem de “Eğleniyorum, vaktimi çarçur ediyorum.” şeklinde tercüme edilebilir. Ben de ona cevaben “Pekala o zaman. Her ne yapıyorsan ona devam et.” dedim. Çok zaman geçmeden fark ettim ki, tarafımdan hiçbir eğitim veya yönlendirme olmadan, Ehrlich’in içine olağan dışı nitelikte bir öğrenci kaçırmışım.

Waldeyer bilgece bir davranış sergileyerek öğrencisini kendi haline terk etti. Ehrlich tıp müfredatını istikrarsız bir yoldan bitirdi ve nihayetinde bir tıp diploması aldı. Bu diplomayı almasındaki en büyük amil, hocalarının aldığı diplomayla tıp pratiği yapmayacağını bariz bir şekilde fark etmeleriydi. Daha sonra Breslau’ya gitti ve Johns Hopkins Tıp Fakültesi’nin kurucusu ve yapıcısı olan Dr. Welch’in hocası Profesör Cohnheim’in gözetiminde çalıştı. Fayda ve yarar mülahazalarının Ehrlich’in aklından geçtiğini sanmıyorum. İlgiliydi ve meraklıydı ve “vaktini çarçur etmeye” devam etti. Kuşkusuz, onun vaktini çarçur etmesine derin bir sezgi rehberlik ediyordu ancak bu sezgi bütünüyle bilimseldi ve faydacı bir motivasyon değildi. Sonuçta ne oldu? Koch ve çalışma arkadaşları, bakteriyoloji bilimi adında yeni bir bilim kurdu. Ehrlich’in deneyleri artık akranı denilebilecek bir öğrenci olan Weigert tarafından bakterileri boyamada ve böylece onların farklılaştırılmasına yardım etmede uygulanıyordu. Erlich kendisi kan filminin boya maddeleriyle lekelenmesi yöntemini geliştirdi ki al ve ak kan hücrelerinin morfolojisine ilişkin modern bilgimiz buna dayanmaktadır. Dünya genelindeki binlerce hastanede Erlich’in tekniğinin kullanılarak kan numunelerinin tahlil edilmediği bir gün dahi geçmemektedir. Böylece, Waldeyer’in Strazburg’daki diseksiyon odasında görünüşte amaçsızca çarçur edilen zaman, günlük tıbbi uygulamada ana faktör haline gelmiştir.

Carnegie Teknoloji Enstitüsü’nden (Pittsburgh) Profesör Berl’ün bir yazısından iktibasla, sanayiden de rastgele bir örnek vereceğim. Rastgele, zira çok sayıda benzer örnek mevcut.

Modern yapay ipek sanayisinin kurucusu Fransız Kont Chardonnet’tir. Pamuk barutunun eter-alkol solventindeki bir çözeltisini kullandığı ve bu viskoz çözeltiyi kılcal borulardan basınçla suya geçirip selüloz nitrat filamanı pıhtılaştırdığı bilinir. Pıhtılaşmadan sonra söz konusu filaman hava ortamına alınıp bobinlere sarılır. Günün birinde Chardonnet Besançon-Fransa’daki fabrikasını denetler. Selüloz nitrat filamanı pıhtılaşması için gereken su kazara kesilir ve işçiler susuz eğirme işleminin sulu eğirmeye kıyasla çok daha iyi ilerlediğini gözler. En büyük ölçekte gerçekleştirilen kuru eğirme işlemi aslında böyle doğmuştur.

III

Yanlış anlaşılmasın. Laboratuvarda gerçekleşen her şeyin nihayetinde umulmadık pratik bir faydaya dönüşeceğini ya da böylesi bir faydanın laboratuvar çalışmasının varlık sebebi olduğunu savunmuyorum. “Fayda” sözcüğünün kaldırılması ve insan ruhunun hür kılınması için çaba sarf ediyorum. Bu uğurda bir kısım deli saçmalarını serbest dolaşıma sokacağız. Ya da zor kazanılmış mali kaynakları heba edeceğiz. Ancak burada son derece önemli olan şey insan zihninden prangaları çıkartıp onu bir yandan Hale, Rutherford, Einstein ve akranlarını günümüzde trilyonlarca kilometre uzayın derinliklerine götüren ve diğer yandan atoma hapsolmuş sınırsız enerjiyi serbest bırakan maceralara yelken açmak için hür kılmaktır. Bohr ve Millikan gibi Rutherford ve diğerlerinin atomun yapısını anlamak amacıyla büsbütün meraktan ötürü gösterdiği çaba insan hayatını dönüştürebilecek kuvvetleri serbest bırakmıştır. Lakin bu nihai ve öngörülemez ve kestirilemez pratik sonuç, Rutherford, Einstein, Millikan, Bohr veya onların diğerler akranları için asla bir tezkiye olarak sunulmamıştır. Onları kendi haline bırakın. Hiçbir eğitim idarecisi bu veya diğer insanların çalışacağı kanalları yönetemez. Kabul ediyorum, israf olan meblağ büyük görünmektedir. Ama aslında öyle değildir. Bakteriyoloji bilimi geliştirilirken israf olan toplam meblağ Pasteur, Koch, Ehrlich, Theobald Smith ve bir çok insanın keşiflerinden elde edilen avantajlara kıyasla hiçbir şeydir. Söz konusu avantajlar adı geçen bilim adamlarının zihinlerine olası fayda fikri nüfuz etmiş olsaydı asla elde edilemezdi. Bu büyük sanatkarlar (Adı geçen bilim adamları ve bakteriyologlar sanatkar değil de nedir?) sadece kendi doğal meraklarının yolunu takip ederek, laboratuvarlarına hakim olan ruhu yaymışlardır.

Mühendislik veya hukuk okulları gibi fayda ve yararlılık odaklı kurumları eleştirmiyorum. Durumun tersine döndüğü, sanayide ve laboratuvarlarda karşılaşılan pratik zorlukların teorik çalışmaları tetiklediği vakıalar hiç de nadir değildir. Söz konusu teorik çalışmalar, kendilerini öneren problemleri çözebilir veya çözemez, ancak halihazırda faydasız gibi gözüken ama gelecekteki pratik ve teorik kazanımlara gebe yeni dehlizler açabilir.

“Faydasız” veya teorik bilginin hızlı birikimiyle beraber, pratik sorunlarla bilimsel bir bakış açısıyla uğraşmayı gün be gün daha da mümkün kılan bir durum ortaya çıkmıştır. Sadece mucitler değil aynı zamanda “kuramsal” bilimle uğraşanlar da bu meşgaleyle kendilerini şımartmışlardır. Bir mucit olan Marconi’den daha önce bahsetmiştim. Bu zatın her ne kadar insan türüne faydası dokunmuş olsa da, o haddi zatında sadece “başka kişilerin fikirlerini alan bir kişidir.” Edison’u da aynı kategoride değerlendirebiliriz. Ancak Pasteur farklıdır. O harika bir bilim adamıydı ancak Fransız üzüm asmalarının durumu veya bira mayalama sürecinin sorunları gibi pratik sorunları çözmeye de karşı değildi. Hem sadece acil çözüm bekleyen pratik sorunu çözmekle kalmıyor, aynı zamanda pratik sorundan halihazırda “faydasız” ama daha sonra öngörülemeyecek bir biçimde “yararlı” bir kısım geniş kapsamlı teorik çıkarsamalara da varabiliyordu. Ehrlich, merakından ötürü kökten kuramsal bir bilim adamı sıfatıyla, frengi sorununa yoğun bir şekilde eğilmiş ve azimle pratik faydası olan bir tedavi (yani salvarsan adlı kimyasal madde) bulunana değin onunla uğraşmıştır. Şeker hastalığının tedavisinde kullanılmak üzere Bantig tarafından insülinin ve pernisyöz anemi tedavisinde kullanılmak üzere Minot ve Whipple tarafından karaciğer özütünün keşfi aynı kategoriye dahildir. Her iki keşif de, çalışmalarının pratik sonuçlarını umursamayan insanlar tarafından üretilmiş epeyce “faydasız” bilginin biriktiğini ama bilimsel bir şekilde pratik amaçlı soruların da sorulmasının zamanının geldiğini fark eden, kelimenin gerçek anlamıyla bilim adamları tarafından yapılmıştır.

Dolayısıyla, bilimsel buluşu bir kişiye tamamen atfetmek konusunda ihtiyatlı davranılması gerektiği açıktır. Neredeyse her keşfin uzun ve kırılgan bir geçmişi vardır. Kimi burada, ötekisi şurada bir parçayı keşfeder. Üçüncü bir adım öncekileri takip eder ve bu süreç ta bir dahinin parçaları birleştirip belirleyici katkıyı yapmasına değin devam eder. Bilim, tıpkı Mississippi Nehri gibi, uzak bir ormanda ufak bir dere olarak başlar. Yavaş yavaş diğer akarsular debisini şişirir. Ve böylece bentleri kükreyerek yıkan ırmak, sayısız kaynaklardan oluşmuş olur.

Konunun bu yönüne çok kapsamlı bir biçimde eğilmem mümkün değil, ancak şunu söylemekle yetinelim: bir ya da iki asırlık bir dönem zarfında mesleki okulların kendilerini ilgilendiren faaliyetlere katkıları, muhtemelen yarın mesleğini icra eden mühendislerin, avukatların veya doktorların yetiştirilmesinde değil de, kesin bir biçimde pratik hedeflerin peşinde koşarken dahi, daha çok devasa ölçekte sureten faydasız faaliyetlerin yürütülmesinde yatacaktır. Bu faydasız faaliyetlerin içinden, söz konusu okulların elde etmek amacıyla kurulduğu faydalı hedeflere kıyasla, insan zihnine ve ruhuna sonsuz derecede yararlı olduğu ortaya çıkabilecek keşifler çıkacaktır.

Değindiğim hususlar spiritüel ve entelektüel hürriyetin devasa önemini, eğer bir vurguya ihtiyaç varsa, vurgulamaktadır. Deneysel bilimden ve matematikten söz ettim. Ancak sözlerim müzik ve sanat ile hür insan ruhunun diğer her türlü ifade tarzı için de eşit derecede geçerlidir. Bu uğraşıların kendi arınmasına ve irtifa kazanımına eğilmiş münferit bir ruha doyum sağlamaları, ihtiyaç duyacakları yegane tezkiyedir. Ve bunları savunurken asli ya da zımni hiçbir biçimde fayda ve yarara atıfta bulunmayarak, kolejlerin, üniversitelerin ve araştırma enstitülerinin de varlık sebeplerini savunmuş oluyoruz. Peş peşe nesiller boyu insan ruhunu hür bırakan bir kurum şu veya bu mezununun insani bilgiye sözde faydalı katkı yapıp yapmadığına bakılmaksızın yeteri derecede tezkiye edilmiştir. Üniversitelerin, kolejlerin ve araştırma enstitülerinin ihtiyaç duyacağı tüm tezkiye bir şiirin, senfoninin, resmin, matematiksel bir doğrunun ve yeni bir bilimsel olgunun zatında mündemiçtir.

Tartıştığım konunun kendine özgü dokunaklı bir yanı da var. Bugün, Almanya ve İtalya gibi bazı geniş bölgelerde insan ruhunun özgürlüğünü kısıtlamak için özel bir çaba gösterilmektedir. Üniversiteler, özel bir siyasi, iktisadi veya ırksal hizbe inananların araçları olacak şekilde yeniden organize edilmiştir. Bu dünyada geride kalan birkaç demokrasiden birinde düşüncesiz bir birey bile, mutlak manada sınırsız akademik özgürlüğün temel önemini sorgulayacaktır. Haklı ya da haksız olsun, insan türünün hakiki düşmanı korkusuz ve sorumsuz mütefekkir değildir. Hakiki düşman bir dönem Büyük Britanya ve Birleşik Devletler’in yanı sıra İtalya ve Almanya’da da pervaz ettiği gibi, bir daha kanatlarını açmaya dahi cür’et edemeyecek şekilde insan ruhunu şekillendirmeye çalışan kişidir.

Bu özgün bir fikir değil. Napolyon’un Almanya’yı fethi sırasında, Berlin Üniversitesi’ni tasarlamış ve kurmuş olan von Humboldt’un da hayata geçirdiği fikir buydu. Johns Hopkins Üniversitesi’nin kuruluşunda Mütevelli Heyeti Başkanı Gilman’ı tahrik eden ve daha sonra bu ülkedeki her üniversitenin kendini yeniden yaratmak için az ya da çok peşinden koştuğu fikir de budur. Kendi baki ruhuna değer veren her bireyin, şahsi sonuçları ne olursa olsun doğru addedeceği fikirdir bu. Bununla birlikte spiritüel hürriyetin savunusu, ister fen bilimlerinde isterse de insani bilimlerde, orijinalliğin çok ötesine gider. Zira insanlar arasındaki farklılıklara karşı bir hoşgörüyü de beraberinde getirmektedir. İnsanlık tarihi karşısında ırk veya din üzerine bina edilmiş sempati veya antipatiden daha budalaca ve saçma ne olabilir? İnsanlık, senfonileri, yağlı boya çalışmalarını ve derin bilimsel gerçekleri mi talep etmektedir yoksa Hristiyan-Yahudi senfonileri, yağlı boya çalışmalarını ve bilimi ya da insan ruhuna İslami, Mısırlı, Japon, Çinli, Amerikan, Alman, Rus, veya komünist veya muhafazakar katkıları ve o ruhun bu tarzlarda ifadelerini mi istemektedir?

IV

Yabancılara karşı tolerans yoksunluğunun en çarpıcı ve en yakın sonuçlarından birisi olarak zannedersem Bay Louis Bamberger ve kardeşi Bayan Felix Fuld tarafından Princeton, New Jersey’de kurulan İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün hızlı gelişimini göstermem doğru olur. Bahsi geçen Enstitü’nün kuruluşu 1930’da önerilmiştir. Kurum, Princeton’da yerleşik olmasını kısmen kurucularının New Jersey Eyaleti’ne olan duygusal bağına borçlu. Ancak, benim anladığım kadarıyla, Princeton’ın en samimi işbirliğini mümkün kılan küçük ve yüksek kalitede bir yüksek lisans okulunu bünyesinde barındırması da başka bir sebep. Bu yüzden Enstitü’nün, Princeton Üniversitesi’ne hiçbir zaman tam anlamıyla takdir edilemeyecek bir borcu var. Enstitü’de çalışmalar, personelin önemli bir bölümünün oluşumuyla beraber 1933 yılında başladı. Öğretim üyesi kadrosunda en önde gelen Amerikan entelektüelleri vardı—Veblen, Alexander ve Morse, matematikçiler arasında; Meritt, Lowe ve Bayan Goldman insani bilimler departmanında; Stewart, Riefler, Warren, Earle ve Mitrany kamu yönetimi ve iktisatçılar arasında. Ve bunlara halihazırda Princeton Üniversitesi’nde, Princeton’ın kütüphanesinde ve laboratuvarlarında istihdam edilen, aynı kalitedeki entelektüeller ve bilim adamları da eklenmelidir. Şunu da belirtmek lazım: İleri Araştırmalar Enstitüsü’nün matematikte Einstein, Weyl ve von Neumann, insani bilimler sahasında Herzfeld ve Panofsky ve son altı yıldır bu müstesna grubun etkisinde kalmış ve ülkenin her bölgesinde çoktan Amerikan entelektüel yaşamını güçlendirmeye başlamış bir grup genç için, Hitler’e çok büyük bir borcu var.

Enstitü, organizasyon açısından, akla gelebilecek en basit ve resmiyet düzeyi en düşük kurumdur. Bünyesinde üç okul vardır: Matematik Okulu, İnsani Bilimler Okulu, İktisat ve Siyaset Okulu. Her okul daimi bir profesör grubundan ve yıllık bazda değişen üyelerden oluşur ve kendi iç işlerini istediği gibi yönetir. Gruplardaki tüm bireyler kendi zaman ve enerjilerini dilediği gibi harcar. Halihazırda yirmi iki ülkeden ve Birleşik Devletler’de bulunan otuz dokuz yüksek öğrenim kurumundan gelen üyeler, birkaç grup tarafından liyakate haiz addedilmeleri halinde, kuruma kabul edilirler. Kesinlikle profesörlerinkiyle aynı hür çalışma ortamının tadını çıkarırlar. Aralarındaki düzenlemeye göre, şu veya bu profesörle birlikte çalışabildikleri gibi, zaman zaman yardım etmesi muhtemel kişilerin görüşlerine başvurarak yalnız da çalışabilirler. Takip edilecek hiçbir prosedür, profesörler, üyeler ve ziyaretçiler arasına çekilmiş hiçbir çizgi yoktur. Princeton öğrencileri ve profesörleriyle Enstitü üyeleri ve profesörleri birbirlerinden ayırdedilemeyecek ve hür bir biçimde kaynaşmıştır. İşte böyle bir süreçle öğrenme yeşertilir. Birey ve topluma olan neticeleri kendi hallerine bırakılmıştır. Hiçbir fakülte toplantısı yapılmadığı gibi hiçbir komite de mevcut değildir. Dolayısıyla düşünce üretebilecek kişiler, yansıma ve müzakereye elverişli koşullardan faydalanır. Matematikçi dikkati dağılmadan matematiğini yeşertirken, insani bilimler, iktisat veya siyaset sahalarında çalışanlar da kendi branşlarında benzeri ilerlemeyi kaydederler. İdare, boyut ve önem olarak en aza indirgenmiştir. Enstitü, fikirlere odaklanma gücü olmayan, düşünce üretmeyen insanların barınağı değildir.

Birkaç örnekle belki bu noktayı daha da açıklığa kavuşturabilirim. Bir Harvard profesörünün Princeton’a gelmesini mümkün kılmak amacıyla ona bir burs verilmişti. Gönderdiği mektupta sormuş:

“Vazifelerim nelerdir?”

Cevaben dedim: “Hiçbir vazifeniz yok—sadece fırsatlar var.”

Princeton’da bir yıl geçiren yetenekli ve genç bir matematikçi benimle vedalaşmaya geldi. Ayrılmak üzereyken, şöyle dedi:

“Belki bu yılın benim için ne manaya geldiğini bilmek istersiniz.”

“Evet.” diye cevapladım.

“Matematik,” diye devam etti, “çok hızlı gelişiyor. Mevcut literatür çok büyük. Doktora diplomamı alalı on yıl oluyor. Bir süreliğine kendi konumdaki gelişmeleri takip edebildim. Ama son zamanlarda bu artan bir biçimde zorlaşmaya ve belirsiz olmaya başlamıştı. Şimdi, burada bir yıl geçirdikten sonra, körelen kısımlarım bileylendi, odam aydınlandı ve pencerelerim açıldı. Kafamda, kısa bir zaman zarfında yazmayı planladığım iki makale var.”

“Bu halin ne kadar sürer?” diye sordum.

“Beş, bilemediniz on yıl.”

“Ya sonra?”

“Buraya geri dönerim.”

Üçüncü bir örnek ise son zamanlarda yaşandı. Geçtiğimiz Aralık ayı sonlarında büyük bir Batılı üniversiteden bir profesör Princeton’a geldi. Princeton Üniversitesi’nden Profesör Morey ile birlikte çalışmayı aklında kurgulamıştı. Ancak Morey ona Enstitü bünyesinde çalışan Panosfky ve Swarzenski ile görüşmesini salık verdi. Şimdi üçüyle de beraber çalışıyor.

“Gelecek Ekim’e kadar burada kalacağım.” diyor aynı şahıs.

“Yaz ortasında buralar epey sıcak olur.” dediğimde bana “Sıcağı fark edemeyecek kadar meşgul ve mutlu olacağım.” diye yanıt verdi.

Görüldüğü gibi serbestiyet durağanlıktan ziyade, aşırı çalışma tehlikesini doğuruyor. Bunu, İngiliz bir üyenin hanımının yakın zamanda bana yönelttiği şu sorudan da anlayabilirsiniz:

“Buradaki herkes sabah saat ikiye kadar çalışıyor mu?”

Enstitü’nün bugüne kadar hiçbir binası olmadı. Halihazırda matematikçiler Fine Hall’da Princeton’daki meslektaşlarına misafirlik ediyor; insani bilimler sahasında çalışanların bir kısmı McCormick Hall’da Princeton’daki meslektaşlarına konuk olmuş durumda; diğerleri ise şehir sathına saçılmış ofislerde çalışmakta. İktisatçılar ise Princeton Inn otelinde bir suit odayı işgal etmiş durumdalar. Benim kendi makamım ise, esnaf, dişçi, avukat, masör ve yerel idare anketi ve popülasyon çalışması yürüten Princeton’lı entelektüel gruplarının arasında, Nassau Sokağı’nda yerleşik bir iş hanında bulunmaktadır. Altmış küsur yıl önce Baltimore’da Mütevelli Heyet Başkanı Gilman’ın da kanıtladığı gibi, tuğla ve harç pek de elzem değil. Bununla beraber birbirimizle kurduğumuz gayrı resmi teması özlüyoruz ve bu kusuru kurucular tarafından inşa edilecek Fuld Hall adlı bir binayla gidermeye hazırlanıyoruz. Ancak resmiyet daha da ileriye gitmeyecek. Enstitü küçük kalmalı. Enstitü Grubu’nun eğlence, güvenlik, organizasyon ve prosedürden serbestiyet ve nihayet Princeton’daki ve zaman zaman uzak yerlerden Princeton’a çekilebilecek diğer üniversitelerin bünyesindeki entelektüellerle gayrı resmi temasları istediği görüşüne Enstitü sıkı sıkıya bağlı kalacaktır. Söz konusu yabancı entelektüeller arasında Kopenhag’dan Niels Bohr, Berlin’den von Laue, Roma’dan Levi Civita, Strazburg’dan André Weil, Cambridge’den Dirac ve G. H. Hardy, Zürih’ten Pauli, Louvain’den Lemaitre, Oxford’dan Wade-Gery ve Harvard, Yale, Columbia, Cornell, Johns Hopkins, Chicago, California Üniversiteleri ve diğer aydınlanma ve öğrenim merkezlerinden Amerikalı bilim adamları var.

Kendimize hiçbir vaatte bulunmamakla birlikte, engellenmeden faydasız bilgi peşinde koşmanın geçmişte olduğu gibi gelecekte de olumlu sonuçları olacağı umudunu taşıyoruz. Bununla birlikte, bir an için dahi Enstitü’nün varlığını bu gerekçeyle savunmuyoruz. Tıpkı şairler ve müzisyenler gibi, istediklerini yapma hakkını kazanan ve bunu gerçekleştirdiklerinde azami başarıyı elde eden bilim adamları için Enstitü, bir cennet olarak varlığını sürdürmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder