13 Ağustos 2017 Pazar

Freeman Dyson ile yapılan nehir söyleşinin tam tercümesi 4/13

  1. Bombardıman Komutanlığının Harekat Araştırmaları Bölümü'ndeki insanlar.
    En yoğun olduğu dönemde Harekat Araştırmaları Bölümü'nde elli kişi çalışıyordu. Oldukça büyük bir çalışma grubuydu ve başkanı da Basil Dickens adında bir adamdı. Zannedersem hala hayatta ve şimdi unvanı Sir Basil. O zamanlar epeyce genç bir adamdı ancak omurgasız bir şahsiyetti. Sir Arthur Harris'in duymak istemediği hiçbir şeyi Sir Arthur Harris'e asla söylemezdi. Bu bağlamda işe yaramaz bir kişilik olduğu yargısına varabiliriz. Harekat Araştırmaları Bölümü'nün yegane işlevi yanlış giden şeyleri tespit edip başımızdaki komutana bunu iletmekti ama Basil Dickens bunu asla yapmadı.
    SS: Harekat Araştırmaları'na Blackett'i okuyarak ve buradaki insanların ne iş yaptıklarını öğrenerek mi dahil oldunuz yoksa...?
    Blackett'i okumam çok çok sonradır.
    SS: Ama o dönemde değil...
    O dönemde Blackett ile en ufak bir temasımız dahi olmadı ve bu bariz bir biçimde kaza eseri değildi zira Blackett, Harekat Araştırmaları'na Donanma'da başlamış, çok da başarılı olmuştu. Donanma için her türlü faydalı faaliyette bulunmuştu. Ardından yaptığı işler oradan Sahil Komutanlığı'na yayıldı ve orada da fevkalade faydaları görüldü. Bahsettiğim her iki birimde de Bombardıman Komutanlığı'nın yaptığı işten kimse memnun değildi. Blackett çok yüksek şahsiyetli ve ne kadar sevimsiz olursa olsun hakikati söylemekten asla çekinmeyen bir kişiydi. Öte yandan Bombardıman Komutanlığı'nda işler tamamen farklı bir biçimde yürüyordu ve Blackett'in kulvarındaki insanların orada burunlarını kapıdan içeri sokmalarının imkansız olduğu aşikardı. Ne Blackett ne de o kalitede bir kişi bizi asla ziyarete gelmedi. Harekat Araştırmaları'ndaki o ünlü kişilerin hiçbirisi bize nüfuz edemedi... Bombardıman Komutanlığı'ndaki bu gizlilik Almanlar'dan ziyade Blackett gibi insanlara karşıydı. Düşünüyorum da durumumuz tam bir trajediydi. Orada elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorduk. Benim işim verdiğimiz bombacı zayiatını anlamaktı. İki ana bölümde çalışıyorduk. Birinci bölümün adı harekat etkinliğiydi ve elbette yanlış bir isim seçilmişti. Adı harekat verimsizliği konsa çok daha isabetli olurdu. Diğer bölümün adı ise bombacı zayiatı idi. Ben de bombacı zayiatı bölümündeydim ve başımızda adı Reuben Schmidt adında bir adam vardı. Savaşın başında adını Reuben Smeed olarak değiştirmiş biz de onu öyle tanımıştık ama hala etrafta duran bir iki evrakta adı Reuben Schmidt olarak geçiyordu. Kendisi İngilizleşmiş bir Alman Yahudisi'ydi ve mutlak manasıyla hoş bir şahsiyetti. Aklımızı kaçırmaktan bizi korurdu ve çok iyi bir analizciydi. Diyeceğim o ki istatistiksel çalışmalardan iyi derecede anlardı. Ortamın müsaade ettiği derecede iyi bir iş çıkarmıştık. Olan biten hakkında epey çok şeye vakıf olmuştuk. Toplayabildiğimiz tüm bilgileri elimizden geldiği ölçüde mürettebattan almıştık.
  2. Bombardımanda takip edilen politika ve hava taşıtı tasarımındaki sorunlar.
    Komutanlığın ihtiyacı olan şey aslında onlara birilerinin çıkıp temel stratejilerinin yanlış olduğunu söylemesiydi. Komutanlığında durup yeni arayışlara girmesi gerekiyordu. Ama bu kimsenin umurunda değildi. Blackett olsaydı, o yapardı.
    SS: Bu savaşın bir parçası mıydı? Yani İkinci Dünya Savaşı'nın kazanılması amacıyla hava harbinde stratejik bombardıman mı yapılıyordu?
    Evet. Bu strateji Japonya'da işe yaradı ama Almanya'da olmadı. Ve bunun pek çok sebebi vardır ancak Japonya'da işe yaramasının başlıca sebebi saldırının çok ama çok ani yapılmasıydı. Japonya'da stratejik bombardıman ezici bir kuvvetle 1945'te başladı. B29 kuvveti zaten çok güçlüydü.
    SS: Filoda binlerce uçak vardı galiba...
    Binlerce değil, sadece birkaç yüz adet. Ancak tek bir B29 bir Lancaster'a kıyasla çok daha fazla bomba taşıyabiliyordu. Bu sayede Japonya üç ay içerisinde bombaya doydu. Demek istediğim şu ki hemen hemen tüm Japon şehirleri tam manasıyla imha edilmemiş olsa da üç ay içinde çok ağır hasar almışlardı. Ve bu gerçekten işe yaradı. Toplumun birliği ve morali büyük derecede bozulmuştu ve elbette öldürücü vuruş Hiroshima'ydı. Ancak Almanya'da bu iş çok daha kademeli bir biçimde yürütüldü. Bombardıman 1941'de ciddiyete bindi ve dört yıl boyunca aşama aşama büyüdü. Almanlar da savunma için her fırsatı kullandılar. Hem aktif hem de pasif Alman savunması çok kuvvetliydi. Yapmamız gereken hiçbir işi tam yapamıyorduk. Başlarda amacımız Almanya'yı gündüz bombalamaktı ama savunmaları öylesine güçlüydü ki bizi paramparça ediyorlardı ve Komutanlık da bu yüzden gece bombardımanına döndü. Öte yandan gece bombardımanı hiçbir zaman istediğimiz zararı verecek kadar isabetli olmuyordu. Demek istediğim şu ki Almanlar'a verdiğimiz hasar uçakları yapmaya harcadığımız meblağın yarısı etmiyordu. Yaptığımız işin bizim açımızdan bir kaynak israfı olduğu çok netti. Uçaklarda yitirilen 40.000 ve sahada yitirdiğimiz 400.000 genç adam haricinde maddi anlamda da kaynakları israf ediyorduk. Tam bir trajediydi.
    SS: Siz de bunun tam olarak farkında mıydınız?
    Sonlara doğru hepimiz tam olarak farkındaydık. Başlangıçta Hamburg bizde yanlış bir izlenim uyandırmıştı. Hamburg'dan birkaç ay sonrasına kadar ben de benzer bir harekatın işe yarayacağına inandım ancak 1943 kışında, Britanya Harbi'nin dengi olan Berlin Harbi'nde beklentilerimizin karşılanmayacağı belirginleşmişti. Berlin'de azami derecede ağır saldırıları tekrarladık, brüt kuvvetle yaklaşık on iki saldırı gerçekleştirildi ama zayiatımız arttıkça arttı ve düşman kuvvetlerinin savunması güçlendikçe bombardıman, zeminde daha da dağınık bir hale büründü. 1944'ün kış aylarında başarısız olduğumuz netleşmişti ve eğer Berlin'de bir ateş fırtınası üretemiyorsak o zaman tüm olan bitenin amacı neydi? Alman fabrikalarını vurmuyorduk ve Almanlar'ın silah üretimi tüm bu zaman zarfında arttıkça artıyordu. Biz de bunun farkına 1944 Mart'ında vardık ve o noktadan sonra yapabileceğim bir şey yoktu. İşim bombacıların hayatını kurtarmaktı ama elimden bir şey gelmiyordu. Savaşa katkıda bulunmuyordum.
    SS: Bu da sizi yıldırmıştı...
    Doğrudur. Hepsinin üstüne bir de bürokrasi tuz biber ekiyordu. Çok fazla sayıda hava mürettabatından zayiat vermemizin sebebi bombardıman uçaklarımızdaki firar kaportalarının çok küçük olmasıydı. Pilotların uçakları vurulduktan ve ciddi derecede hasar aldıktan sonra bu firar kaportalarından sürünerek çıkması aşırı derecede zordu. Dolayısıyla paraşütle atlayarak kurtulanlar aslında aşırı derecede nadir bir kesimi oluşturuyordu. Vurulduktan sonra başarılı bir biçimde paraşütle atlayan pilotların oranı %12 civarındaydı. Öte yandan gün ışığında bombardıman yapan ve daha büyük firar kaportası bulunduran Amerikan kuvvetlerinde bu oran %50 civarındaydı. Dolayısıyla sırf firar kaportaları yeterince büyük olmadığı için kurtarabileceğimiz mürettebatın %40'ını kaybediyorduk. Aynı ofisi paylaştığım Michael Lochlan bunu keşfetti ve firar kaportalarının daha da geniş yapılması için umutsuz bir mücadele verdi ve savaş bitmeden önce de başarıya ulaşamadı.
  3. Bombardıman mürettabatına sağlanan savunmadaki başarısızlık.
    Bu tam olarak bizim aptallığımızdır. Komutanlığın bunda bir suçu yok. Hadise şuydu: Alman uçakları yukarıya doğru ateş etme kabiliyetine sahip silahlarla teçhiz edilmişti. Dolayısıyla pilotun yapması gereken tek şey bombardıman uçağının altına girip yukarıya doğru ateş etmekti. Bombardıman uçağı altındaki savaş uçağını göremiyordu bile.
    SS: Bunu fark etmemiş miydiniz?
    Ve bunun farkında değildik. Tamamen bizim hatamızdır; anlamalıydık. Çok bariz bir fikirdi ve Japonlar da aynı fikri uygulamışlardı. Bu yöntemi kullanarak Japonlar da epeyce B29 uçağı düşürmüştür ve Amerikalılar da bunu hiç fark etmediler. Bunu keşfedememiş olmamız Harekat Araştırma Bölümü'nün bir başarısızlığıdır. Bu aşağıdan saldırılar o derece öldürücüydü ki bombardıman uçakları onları neyin vurduğunun asla farkına bile varamıyordu.
  4. Savaş esnasında devam eden matematiksel çalışmalar: alfa-beta teoremi.
    Bombardıman Komutanlığı'nda haftada 60 saat çalışıyorduk. Dolayısıyla iş yükümüz epeyce ağırdı ancak akşamları hala boş zamanım oluyordu ve aklıma mukayyet olmak için matematik çalışıyordum. Soyut matematiğe ilk ciddi katkımdır diyebileceğim işi, alfa-beta teoremini ispatladım. Teorem tam sayı dizilerinin toplam dizisi hakkındadır. Bir çift tam sayı dizisi alırsanız, o zaman onları çiftler halinde toplayarak yeni bir dizi elde edebilirsiniz. Yani bir $a$ bir de $b$ dizisinden birer terim alır ve toplarsanız $a+b=c$ yeni bir dizi ortaya çıkar. Teorem $c$ dizisinin yoğunluğunun en az $a$ ve $b$ dizilerinin yoğunluklarının toplamı kadar büyük olduğunu söylemektedir. Bu teorem 1942 yılında Henry Mann tarafından savaş esnasında ispatlanmıştır. O zaman Ohio Devlet Üniversitesi'ndeydi ve zannedersem hala da hayatta. O zamanlar çok genç bir öğrenciydi. Çok zor ve güzel bir çalışmaydı.
    SS: Siz de makaleyi Cambridge'deyken okumuştunuz?
    Evet. Makaleyi Cambridge'deyken okudum ve bu önermeyi ikiden fazla diziye genelleştirmenin çok güzel olacağını düşündüm. Bu o kadar da aşikar bir genelleştirme değildir. Kendime bunu çözülmesi gereken bir problem olarak kurguladım ve çözdüm. İspatladığım teorem, Mann'in teoreminin ikiden fazla diziye genelleştirilmiş halidir. Dolayısıyla birkaç tane diziniz varsa ve her birinden birer terim alıp toplayarak yeni bir dizi elde ediyorsanız, o zaman toplamın yoğunluğu en az yoğunlukların toplamı kadardır. Bütün hayatım boyunca yaptığım en tatmin edici çalışmalardan birisi buydu. Gerçekten de çok güzel bir çalışmadır. İspatı zariftir. Çözüm hiç de bariz değildir ve çalışma matematiğin ne kadar güzel olabileceğinin bir ispatıdır. Zira kullanılan malzeme en sade ve temel şeylerden oluşur: tam sayılar, sonlu argümanlar ve tabii ki bir miktar Besicovitch aroması. Çünkü her ne kadar Besicovitch'in ilgilendiği problemlerden çok farklı olsa da, ispatta Besicovitch usulü hiyerarşik inşa kullanılmıştır. Bu makaleyi savaş sırasında yazdım ve makalem Journal of London Mathematical Society'de yayınlandı.
    SS: Savaş sırasında mı?
    Hayır, zannedersem daha sonra. Her neyse yaptığım ilk ciddi derecede kıymetli yayınlanmış iş budur. Çok da yardımcı olmuştur zira Trinity College'e bir bursiyer olarak bu makale sayesinde girdim.
  5. Bombardıman Komutanlığı'nda yaşadıklarımın etkisi.
    Bombardıman Komutanlığı'nda yaşadıklarım sayesinde tüm hayatım boyunca bu tür bir trajedinin bir daha asla yaşanmaması için bir sorumluluk hissiyle dolduğumu söylemeliyim. Artık bir pasifist değilim ama askeri sorunlar söz konusu olduğunda aklıselimin galip gelmesi hususunda ateşli bir savaşçıyım. Bir orduya ihtiyacımız var ama bu ordunun aklı başında olması, makul şeyler yapması ve de dış dünya ile konuşması lazım. Bu yüzden tüm hayatım boyunca askeriye ile iletişim halinde oldum. Devlete hizmet eden bir grup fizikçiden oluşan JASON Grubu'na üyeyim. Çok miktarda askeri danışmanlık yapmaktayız ve ben, her zaman generallerle irtibatı kesmemek gerektiğini, hatta onlara farklı görüşlerin de olduğunu göstermek adına onlarla konuşabilmek için her şansı değerlendirmenin faydalı olduğunu düşünmüşümdür. Bu yüzden tüm hayatım boyunca bu düşünceye bağlı kaldım.
  6. Hermann Bondi: Danışman
    Hermann Bondi elbette benim yapmaya çalıştığım şeyin bir örneğidir. Demek istediğim şu ki Hermann Bondi İngiltere'deyken benim yakın bir arkadaşımdı ve pek çok yönden de bana benzer. Çalışma sahası astrofiziktir ve devlette üst düzey danışmanlık hizmetleri vermektedir. Hatta İngiliz Savunma Bakanı'nın Baş Danışmanlığı görevini yürüttükten sonra zannedersem Başbakan'a da danışmanlık yapmıştır. İngiltere'ye bir danışman olarak çok yararı dokundu. Kuşkusuz benden daha fazla Britanyalı da değil. Yani İngiltere'de kalsaydım ben de bir Bondi olabilirdim.
  7. Hiroshima ve Bombardıman Komutanlığının sonu.
    Japonya'yı bombalamak amacıyla Okinawa'da bir stratejik bombardıman kuvveti tesis edecektik. Churchill ve Roosevelt Japonya'yanın bombalanmasında Britanya'nın da rol alması gerektiği hususunda mutabık kalmışlardı. Öte yandan böyle bir faaliyet Arthur Harris'i çok tedirgin etmekteydi. Okinawa'ya uçacak ve her şeyimizi de oraya taşıyacaktık; Karargah, Harekat Araştırma ve geri kalan her şey. Buna Tiger Force deniyordu ve birlik 1945 Ağustos'unda uçmaya hazırdı ve uçacaktık da.. Ardından Hiroshima bombalandı ve gitmekten şans eseri kurtulduk. Bu meyanda Hiroshima'nın iyi olduğunu söyleyebilirim: eğer Okinawa'ya gitseydik birkaç ay içinde Hiroshima'da ölenlerden daha fazlasını öldürecektik. Dolayısıyla bizim açımızdan Hiroshima tam bir kazanımdı ve adına dünya savaşı denilen Allah'ın cezası deli saçmasına bir nokta koymuştu. Hiroshima'dan sonra Komutanlık çok hızlı bir biçimde terhis edildi ve Harekat Araştırmaları Bölümü de birkaç hafta içinde dağıtıldı.
  8. Imperial College'da hizmetsiz maaşlı memuriyet.
    Smeed askeriyede benim amirimdi ve kendi için çalışan insanlara bir iş bulmada çok etkindi. Bana da Londra'daki Imperial College'da bir iş buldu. Birkaç hafta içinde bir uygulama öğretmeni olarak oradaydım ve Imperial College'da sadece matematik öğretim asistanı olarak çok iyi bir yıl geçirdim. Aslına bakılırsa orada istediğim her şeyi yapabiliyordum. Bir çeşit hizmetsiz maaşlı memuriyetti yaptığım, zira o dönemde Imperial College hala ölü sayılırdı. Neredeyse hiç öğrenci yoktu ve... bazı sınav kağıtlarını okuyup not vermekten başka bir şey de yapmadım, hiç ders vermedim.
    SS: O aşamada kimler vardı orada?
    Patronum Hyman Levy idi.
    SS: İhtimaliyat teorisindeki Levy mi?
    Hayır, aynı kişiler değil, o Fransız Levy'dir. Hyman Levy de bir komünistti ve matematik çalışmalarından ziyade siyasi görüşleriyle meşhur olmuştu ve matematiğe işçi sınıfı adına inanıyordu. Çok tatlı bir insandı ama bana yapmam için hiçbir şey vermedi.
    SS: Dolayısıyla siz de istediğiniz her şeyi yapabiliyordunuz.
    Aynen öyle. Bana açık açık, yapabileceğim daha iyi bir iş olmadığını ve Bombardıman Komutanlığı'nda oturmaktansa orada durmamın iyi olacağını söyledi.
  9. Imperial College'da soyut matematik çalışmaları.
    O yıl da soyut matematik üzerine çalışmaya devam ettim ve o yıl boyunca ikinci büyük matematiksel işimi çıkardım. Bunu da Davenport'la tanışıklığıma borçluyum. Imperial College'da geçirdiğim 1945-1946 akademik yılı bir soyut matematikçi olarak kariyerimdeki en yüksek noktadır zira zamanımın çoğunu Birkbeck College'da geçirmiştim.
    SS: Davenport da orada mıydı?
    Hayır, Davenport orada çalışmıyordu ancak Davenport ve ben orada buluşabiliyorduk. Onun profesör olduğu University College da bombardımandan çok fazla hasar aldığı için Birkbeck'e geliyordu.
    SS: Şimdi anladım, Birkbeck her ikinize de yakın bir buluşma noktasıydı.
    Evet, Birkbeck her ikimize de uyan bir toplantı yeriydi ve orada pek çok seminere iştirak ettik ve ben pratikte Davenport'un doktora öğrencisi gibi olmuştum. Bana uğraşmam için mükemmel bir problem verdi. Problem dört boyutta Minkowski konjektürüydü ve çözümü benim soyut matematikteki ikinci büyük çalışmam olmuştur.
    SS: Pekiyi bir ve iki boyutlardaki Minkowski önermelerini kim ispatlamıştı?
    Bir boyutta önerme bariz. Konjektürün dediği şey şudur: lineer ve homojen olmayan bir formunuz olsun. Matematiksel bir dille söylemek gerekirse $a_{1}x_{1}+a_{2}x_{2}+a_{3}x_{3}+\cdots + a_{n}x_{n}+b$ şeklinde bir ifadedir bu, $n$ adet değişkenden oluşur ve sonunda da bir sabit $b$ vardır. Buna benzer $n$ adet formunuz olsun ve bunları çarpın. Şimdi $x$ değişkenlerinin tam sayı değerleri için çarpımın alacağı değerleri ele alalım. Konjektür, ki hala en genel haliyle ispatlanmamıştır, çarpımın $x$ değişkenlerinin tam sayı değerleri için alacağı en büyük değerin katsayıların determinantı ile $2-n$ çarpımını geçmediğini söylemektedir. Çok da güzel bir teorem olmakla birlikte hiçbir öneme haiz değildir. Ünlü olmasının tek sebebi Minkowski'nin bu işi yapmasıdır. Minkowski elbette başka çalışmalarından ötürü de meşhurdu ve bu da onun konjektürlerinden birisiydi. Her neyse, Minkowski bunu iki boyutta ispatlamıştı ve Remak adında bir Alman matematikçi üç boyut için bir ispat vermişti. Konjektür 20 yıl boyunca orada tıkanıp kalmıştı. Dolayısıyla çözülmemiş meşhur problemlerden birisiydi. Ve Davenport bir gün gelip "Neden dört boyuttaki ispatını sen yapmıyorsun dedi?" ve Imperial College'da geçirdiğim yıl boyunca ben de bununla uğraştım. Yineleyeceğim ama çok da güzel bir çalışma olmuştu. Bir yönüyle bütün çalışmalarım arasında en sofistike olanı budur.
    SS: Sofistike demenizin sebebi nedir?
    İspatta hem topolojiden hem de cebirden faydalanmıştık ve ispat matematiğin birkaç farklı branşını bir araya getirmişti. Kullanılan başlıca araçlardan birisi cebirsel topolojiydi ve o zamana kadar kimse bu branşı sayılar teorisi ile bağlantılı bir işte kullanmamıştı. Dolayısıyla alfa-beta teoremi için yaptığım ispata kıyasla daha orijinal bir ispattı. Entelektüel manada bu çalışmaya bir çeşit tour de force diyebiliriz.
  10. Harold Davenport.
    Davenport çok ama çok arkadaş canlısı ve birlikte çalışması insana keyif veren bir insandı. Hans Bethe [ÇN: 1967 Nobel fizik ödülü sahibi.] gibiydi. Tam olarak öğrenciye uyan problemler bulmasını bilirdi. Bir şekilde her öğrencinin kapasitesini ölçebilir, onun çözebileceği ve ona uyan bir problem bulurdu. Öğrenci de problemi çözer ve ortaya somut bir iş çıkardı. Bir tez danışmanının sahip olacağı en büyük Allah vergisi budur.
    SS: Davenport ile irtibatınızı nasıl kurdunuz?
    Şans eseri. Onun da katıldığı Birkbeck College'daki seminerlere ben de gidip geliyordum ve orada tanıştık. Davenport çok cömert bir insandı ve kolayca bir dostluk tesis edebildik. Hans Bethe ile de aynı şey oldu. Bitmek tükenmek bilmeyen bir problem deposuna sahip çok az sayıda insan vardır ve araştırmaya başlamak için öğrencilerin ihtiyacı olan şey tam da budur.
  11. Bir bursiyer olarak Cambridge'e geri dönüşüm - Wittgenstein.
    $n=4$ için olan durumu çalıştım ve büyük bir başarıydı. Bunun üzerinden 20 yıl geçti ve Rusya'da birileri $n=5$ için de sorunu çözdü. İspat öylesine uzundu ki, üzülerek belirteyim, hiçbir zaman tamamını okuyamadım. O zamandan beri de bu problemde yeni bir gelişme olduğunu sanmıyorum. Hiç kimse $n=5$ durumunun ötesine geçmedi. Öylece orada kaldı. Matematikçileri çok da heyecanlandıran bir problem değildi, ancak bana Trinity'de hedeflediğim bursu kazandırmıştı. Bunun üzerine 1946 sonbaharında Londra'dan Cambridge'e gittim ve Trinity College'a bir bursiyer olarak vardım. Çok mutluydum. Bu burs ne istersem çalışabileceğim esnek bir burstu ve aldığım aylık ödemelerle Cambridge'de rahat bir yaşam sürdürebilecektim.
    SS: Ve özel bursiyerlerin kullandığı High Table'da (yüksek masa) yemek yiyebilecektiniz?
    İsteseydim, evet. Ancak High Table'da servis edilen yemekler benim ağız tadıma uygun değildi. Benim için fazlasıyla zarifti. Benim bolca kaloriye ihtiyacım vardı ve o dönemde gıda İngiltere'de kıttı ve hala karneye bağlıydı. Karneyle verilen gıda ile kendi pişirdiğim yemeğin High Table'da servis edilene kıyasla daha iyi olduğuna karar verdim ve böyle yaptım. Oturduğum katta yan komşum Ludwig Wittgenstein'di [ÇN: 20. yy analitik felsefesinin en önemli isimlerinden biri addedilir.] ve o da her zaman kendi yemeğini kendi pişirirdi. Yemeğimi yan odadan gelen Wittgenstein'in pişirdiği balık yemeğinin kokusu arasında yapardım.
    SS: Onunla tanıştınız mı?
    Çok az. Şunu da belirtmemiz lazım ki Wittgenstein insanlara işkence etmekten zevk alan bir adamdı. Bir gün beni odasına davet etti. Aslına bakılırsa bu onunla kurduğum en yakın temastı. Demek istediğim şu ki, merdivenlerde ve koridorda sıklıkla ama selamlaşmadan karşılaşıyorduk ancak bir gün aniden beni odasına davet etti ve "Gelip bir fincan kahve içmek ister misin?" diye sordu. Çok heyecanlanmıştım ve "Hay hay." diyerek davetine icabet ettim. Odasına vardığımda sadece bir tane sandalye vardı ve oturmamı rica etti. Sandalye dediysem aslında daha çok branda bezi gerilmiş bir şezlongdu ve oturduğunuzda aslında pratik olarak uzanmak zorunda kalıyordunuz. O da ayakta duruyor ve benim bir şeyler söylememi bekliyordu. Durumdan ciddi şekilde sıkılmıştım. Ancak oraya gelmiştim ve şansımı denemeye karar verip lafı bir yerlerden açmaya karar verdim. Dedim ki: "Tractatus adlı eserinizi okudum ve orada söylediğiniz şeylere hala inanıp inanmadığınızı ya da fikrinizi değiştirip değiştirmediğinizi merak ediyorum?" Wittgenstein bana çok ama çok düşmanca bir edayla baktı ve "Lütfen bana hangi gazeteyi temsilen buraya geldiğinizi söyler misiniz?" dedi. Kısa konuşmamızın sonu bu oldu. Yine uzun bir sessizlik oldu, ardından kahvemi bitirip odadan ayrıldım. Dolayısıyla Wittgenstein'den fazla da bir şey kapamadım. Kanaatime göre şarlatanın tekiydi. İnsanlara işkence etmekten zevk alırdı ve tabii ki kadınlara karşı hep hakaretamiz sözler sarfederdi. [ÇN: Bir dağ köyünde öğretmenken Wittgenstein'in kız öğrencilerini patakladığı da söylenir.] Derslerine kadınların gelmesine asla tahammülü yoktu ve onları dersinden kovacak kadar kabalaşırdı. Tam manasıyla uyumsuz bir şahsiyetti ve Tractatus haricinde hiçbir çalışmasını okumadım. Bu yüzden onu yargılamam doğru olmaz ancak bir filozof olarak gereğinden fazla abartıldığını düşünüyorum.
  12. Matematikten fiziğe kayma kararım.
    Imperial College'da geçirdiğim yılın sonunda bir matematikçi olarak çözmeye çalıştığım bir problem daha vardı: Siegel Konjektürü. Bu konjektür sayılar teorisinde çok meşhurdur ve irrasyonel sayıların kestirilebilirliği (approximability) hakkındadır. Teorem özetle şunu söyler: Eğer elinizde rasyonel olmayan cebirsel bir sayı (diğer bir deyişle katsayıları tam sayı olan bir polinomun rayonel olmayan kökü) ve $p/q$ formunda bir rasyonel sayı varsa, o zaman teorem rasyonel ve irrasyonel kestirme arasındaki farkın $\frac{1}{q^{2}}$'den daha küçük olmayacağını söyler ve bu sınır cebirsel sayının derecesinden bağımsızdır. Dolayısıyla Siegel konjektürü budur ve 10 yıl sonra Roth tarafından ispatlanmıştır. Zannedersem Roth'a bu çalışmasından ötürü bir de Fields Madalyası verildi. Her halükarda Roth'unki büyük bir başarıydı. Öte yandan ben kendime koyduğum hedefe bir çıkar yol bulamayarak başarısız olmuştum. Bu olay beni aslında gerçek bir matematikçi olmadığıma ikna etti. Matematiğe gerçekten de büyük bir katkı olabilecek bu problemi çözememiştim. Problem bariz bir biçimde beni çözün diye yalvarıyordu ve o sene Londra'da ben o problemi çözememiştim. Halihazırda bilinen şeylerin üzerine çok az bir katkıda bulunabilmiştim. Bu yüzden fiziğe kaymaya karar verdim. Hem en az matematik kadar ilginçti hem de daha önemli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder