8 Ağustos 2017 Salı

Freeman Dyson ile yapılan nehir söyleşinin tam tercümesi 3/13

  1. G. H. H. Hardy ve J. E. Littlewood'un dersleri.
    Hardy ve Littlewood ile yakın bir ilişkim olmadı ancak verdikleri tüm derslere katıldım ve dersleri harikaydı, zira katılımcı sayıcı çok azdı. O dönemde öğrenci sayısı gerçekten çok küçüktü. Savaş yüzünden üniversite neredeyse kapanmıştı ve dersleri şu an konuştuğumuz odadan daha küçük bir odada işliyorduk. Ortada bir masa, etrafında öğrencilerin oturduğu dört ya da beş sandalye olur, Hardy de en uçta otururdu. Hepsi buydu. Her derste Hardy'den sadece birkaç inç mesafedeydik. Dolayısıyla derslerde hep fiziksel olarak bir yakınlık vardı ama hem Hardy hem de Littlewood kişisel ilişkiler bağlamında mesafeyi korudular. Daha sonradan öğrendiğime göre her ikisi de o dönemlerde ruhi buhranlar geçiriyormuş ve Hardy de aslında bir pasifistmiş. Siyasi görüşlerini hiç sınıfa getirmezdi.
    SS: Her ikinizin de Winchester'dan mezun olmanız hiç konuşuldu mu?
    Hayır. Çoğunlukla Fourier serileri ve Fourier integralleri üzerine göz kamaştıran, neredeyse sanat eseri denilebilecek fevkalade dersler verirdi. Littlewood'un verdiği dersler ise tarz olarak tamamen farklıydı. Doğaçlama bir şekilde ders verirdi ve her daim bir ispatın ortasında tıkanır kalırdı. Ardından tıkanıklığı aşmaya çalışırdı ve bu bir şekilde daha eğlenceliydi. Dolayısıyla Littlewood'un derslerini de sevmiştim. Ama o da kendi kişisel yönlerini bize açmazdı ve daha sonra öğrendiğimize göre çok büyük bir ruhi
    SS: Çalkantı...
    Yani, aslında çalkantıdan daha fazlası... Çok ağır bir depresyonla mücadele ediyordu ve zaman zaman hastaneye kaldırılması gerekiyordu. 80 yaşındayken Princeton'a ziyarete geldi ve söz sağlık sorunlarına gelince tüm hayatı boyunca sağlığından endişe duyduğunu ve hastalıktan ve ölmekten korktuğunu ama tuhaf bir şekilde ancak 80 yaşına gelince aslında epeyce sağlıklı bir insan olduğunu anladığını söylemişti.
  2. Littlewood'un Tauberian teoremi ve ferromagnet makalem.
    Littlewood, Tauberian teoremi üzerine harika bir makale kaleme aldı. Söz konusu $(1/n)$ teoremi, Abel manasıyla toplanabilir olan ve terimleri bir sabit ve $(1/n)$ çarpımı ile kısıtlanmış serilerin yakınsak olduğunu söylüyordu. Littlewood'un ispatladığı büyük Tauberian teoremi budur. İspat şekli de tam bir tour de force idi. Hiç de bariz olmayan bir parametre türetmiş ve onu merkeze alarak ispatı yapmıştı. Bir fizikçi olarak yaptığım işlerden birisi de bir boyutta ferromagnetlerin varlığını ispatlamak olmuştur. Bu o zamana değin yapılmamıştı. Besicovitch gibi bir tarzla, bir boyutlu olmasına rağmen düzenden düzensizliğe faz değişimiyle göze çarpan bir spin örgüsü kurmuştum. İspatladığım şey faz değişimi esnasında uzun mesafeli düzenin süreksiz olduğuydu. Diğer bir deyişle sistem spontane magnetizasyondan düzensizliğe süreksiz bir biçimde geçiyordu. Diğer bir deyişle düzenli fazın magnetizasyonu sıfırdan geçiş noktasına kadar sonlu kalmaktaydı. Ve bunu ispatlamak için Littlewood'dan öğrendiğim hileyi, yani hiç de bariz olmayan bir parametre icat edip ondan faydalanmayı denedim. Kurgu Besicovitch'ten olsa da, ispat Littlewood'dan esinlenmeydi. Her neyse makaleyi ispatının 60. yıl dönümünde Littlewood'a ithaf ettim. Buna mukabil Littlewood'dan cevaben çok zarif bir mektup aldım. Mektupta, Littlewood'un bildiği kadarıyla bir matematikçinin kendi ispatının 60. yıl dönümünü ilk defa kutladığını söylüyordu.
    SS: Aynı zamanda çok da iltifatkar ifadeler kullandı değil mi? Sizin ona yaptığınız ithafın kendisine yapılmış en nazik jest olduğu gibi...
    Evet, öyle şeyler vardı ama zannedersem onları kompliman olarak sarf etmişti. Yine de çok zarif bir teşekkür mektubuydu. O hayattayken bunun gerçekleşmiş olmasından çok memnun oldum. Öte yandan Hardy çok genç yaşta vefat ettiğinden, ona Jordan'ın Cours d'Analyse'ini kütüphaneye hediye ettiği için teşekkür etme fırsatı bulamadım.
  3. Cambridge'deki diğer hocalar: Dirac, Jeffreys, Eddington.
    Elbette başka insanlardan da ders aldım. Dirac'ın [ÇN: 1933 Nobel Fizik Ödülü sahibi, modern ve rölativistik kuantum mekaniğinin kurucularından.] dersleri korkunç bir düş kırıklığıydı. Harfiyen kendi kitabından okurdu ve birileri ona konuyu biraz daha açık bir biçimde anlatmasını istediğinde, onlara konunun kitapta zaten açıkça izah edildiğini ve daha fazla ne istediğini anlamadığını söylerdi. Öğrenciyi asla tatmin etmeyen bir ders anlatış tarzı vardı ve ben kuantum mekaniğini çok sonraları öğrendim. Diyeceğim o ki Dirac'tan öğrenemedim. Kuantum mekaniğine o şekilde uzanmaya çalışmak.. benim açımdan anlamaya şayan değildi. Öğrencinin pek çok şeyi bildiğini varsayıyordu. O dönemde kuantum mekaniği ile bağ kuracağım bir fizik konsepti kafamda yoktu.
    SS: Daha önce Dirac'ı okumamış mıydınız?
    Tabii ki kitabını okumuştum ve bu yüzden dersleri tam bir hayal kırıklığı idi. Yeni hiçbir şey öğrenmedim ve Dirac'ın kendi kitabı dahi kuantum mekaniğini öğrenmek için çok kötü bir kaynaktır. En azından benim için işe yaramadı.
    SS: Kitapta hiç alıştırma olmadığı için mi?
    Aynen! Ne yapmanız gerektiğine dair size hiçbir fikir vermiyordu. Kuantum mekaniğini nihayetinde Leonard Schiff'in kitabından öğrendim. Çok daha pratik bir kitaptır. Ayrıca Harold Jeffreys'in derslerine de katıldım. Çok eğlenceli derslerdi. Kendisi halen oralarda bulunan bir jeofizikçiydi ve epeyce yaşlıydı. Tüm sınıfın benden ibaret olduğu jeofiziksel dinamik dersleri veriyordu ve her seferinde kep ve cüppesini giyip kara tahtanın önünde bir tek öğrenciye ders anlatmasını çok takdir ettim ve ben de her derse katıldım. Ve Eddington. İnsanda heyecan uyandıran bir hocaydı. Genel izafiyet dersleri verirdi. Her ne kadar kitabını okumuş olsam da, dersleri kitabından çok daha ilginçti zira kitabının da ötesine gider ve bize uğraştığı o uçuk kaçık şeylerden bahsederdi.
    SS: Bu Eddington'ın temel teorinin ötesine geçtiği döneme ait mi?
    Evet. Kendi uçuk kaçık görüşlerini de dinledik. Ama dürüsttü. Her zaman genel kabul görmüş görüşlerle genel kabul görmemiş görüşler arasındaki ayrımı vurgular, "Şimdi size anlatacaklarım benim kendi görüşlerimdir ancak bunlar normalde anlaşıldığı biçimde genel izafiyetin bir parçası değildir." derdi.
    SS: O da bir pasifist miydi?
    Evet, aslında o bir Quaker [ÇN: Dostların Dini Cemiyeti adlı bir akım.] mensubu olduğundan pasifizm onun için hayatın bir parçasıydı. Siyasi bir pasifistlikten ziyade dini bir pasifizmi vardı.
    SS: Verdiği dersler yönüyle aklınıza gelen başka birisi var mı?
    Hayır. Hatırladığım bu altı kişi. Başkaları da olabilir. Harika bir dönemdi ancak kısa sürdü. Çünkü orada sadece bir buçuk yıl kaldık ve 1943 yazında bombardıman komutanlığına gittim.
  4. Oscar Hahn.
    Lighthill, Cambridge'e geldi ve orada da dostluğumuz devam etti ama Cambridge'de Winchester'da olduğumuz gibi yakın değildik. Cambridge'deki en yakın arkadaşım Oscar Hahn idi. Hahn da tamamen benden farklıdır ve büyük bir adamdır.
    SS: Onunla nerede tanıştınız?
    Cambridge'deki Trinity College'de öğrenciydi.
    SS: Siz de mi Trinity'deydiniz?
    Evet, her ikimiz de Trinity'de öğrenciydik ve onun bacakları sakattı. Zannedersem 12 yaşında çocuk felci geçirmiş, tekerlekli sandalyeye mahkum olmuştu ve bu yüzden çok yardıma ihtiyacı oluyordu. Onu çek sevmiştim ve tekerlekli sandalyesinin itilmesi gerektiğinde hep onu iter, ona refakat etmekten hoşlanırdım. O da beni Museviliğin dünyasıyla tanıştırdı. Zengin bir Alman yahudisi aileden geliyordu. Amcası İskoçya'daki Gordonstoun Okulu'nu işleten Kurt Hahn idi ve Oscar da o okulda bulunmuştu. Kurt Hahn ise büyük bir şahsiyetti. Kendisini eğitim dünyası içindeki devrimci bir kuvvet olarak görüyorum. Annesi ise Warburg ailesinden Lola Warburg'du. Bu bayan gençliğinde Chaim Weizmann'ın [ÇN: İsrail devletinin ilk cumhurbaşkanı.] kız arkadaşıymış ve Musevi aristokrasisinde üst düzey bağlantılara sahipti. Warwickshire'da çok harika bir yerleri vardı ve orada İngiliz eşrafının çoktan terk ettiği tüm adabı muaşeratı muhafaza ettikleri bir hayat tarzıyla yaşıyorlardı. Onların evine akşam yemeklerine giderdim. Yemek masası çok parlaktı ve ortasında gümüş bir şamdan vardı. Savaşın ortasında daha doğrusu sonuna doğru sürdürdükleri yaşam tarzı buydu.
  5. Hahn Ailesi - Musevilik.
    Dindar yahudiler değillerdi ancak dinlerine ait sembolik ritüelleri icra ederlerdi. Beni derinden etkileyen ve sürekli davetli olarak katıldığım seder (hamursuz bayramı) yemekleri olurdu. Ve genelde bu gelip giden aile misafirleri. Buna ek olarak, Lola, annesi, Avrupa'dan gelen ebeveynlerinden kopmuş 5000 yahudi çocuğu evlat edinmişti. Ebeveynler Avrupa dışına çıkamadığı zaman sadece çocukları kaçıran bir Musevi örgüt vardı ve bu örgüt pratik olarak yetim addedilebilecek yahudi çocuklardan birçoğunu İngiltere'ye getiriyordu. Annesi de hayatını buna adamıştı. Çocuklar ona "Lola Hala" derler o da çocukların yaşadığı kamplarda her işin usulüne uygun görülmesi için elinden geleni yapardı. Şahane bir insandı.
  6. Cambridge'den Londra'ya yürümemiz.
    1943'te her ikimizin de evi Londra'daydı ve Cambridge'i nihayet terk edip eve dönmemiz gerektiği zamanda Oscar elimizde valizlerle Cambridge'den Londra'ya kadar yürümemizin duyarlı bir eylem olacağını söyledi. Aradaki mesafe 55 mildir. Ben de ona uydum ve yürüdük. Muhteşem bir gündü. Gerçekten yürüyüşten önce epeyce tatbikat yaptık. İdman olsun diye birkaç defa sabah erken saatlerde kahvaltıdan önce 10 mil yürüdük. Büyük gün geldiğinde sabah saat 3'te yola koyulduk. Ben valizimi tekerlekli sandalyeye koydum ve buna mukabil sandalyeyi yokuş yukarı itmem gerekti. Ve yaptık. O gece saat 11'de Londra'daki evlerimize büyük bir iftiharla ulaştık. Çok harika bir gündü. Bir daha kırılması zor bir rekordur. Zira yolda hiç trafik yoktu.
  7. Aile sıcaklığı.
    SS: Eve geri döndüğünüzde size "Dersler nasıl gidiyor?" diye soran olur muydu?
    Hayır, olmazdı. Bu benim için bir onur kaynağıdır. Eve trenle gelirdim ve varışımdan birkaç gün sonrasına kadar okul hayatıma dair tek laf etmeden geçebilirdi. Ailemin güvenini kazanmıştım. Ancak Oscar'ın ailesinde gördüğüm bu geleneklere bağlı aile ilişkileri bizde yoktu. Onların bu yönünü çok çekici buluyordum. Her ne kadar onlar Musevi olsalar da ailelerindeki sıcaklığın Alman kökenli olmalarından kaynaklandığını tahmin ediyorum. Çünkü Musevi olmayan diğer Alman ailelerde de benzer sıcaklığı gördüm. Bu yüzden, ailemizi çekip çevirsin diye Alman bir kadınla evlendim. Karım Alman'dır.
  8. Babamın Londra'ya taşınması.
    SS: Babanız Winchester'dan Londra'ya taşınmıştı değil mi?
    Evet. Winchester'a öğrenci olarak gelmemden hemen sonra Londra'daki Royal College of Music'in direktörü oldu. Dolayısıyla taşındığı tarih 1938 oluyor. Tüm savaş boyunca direktörlük görevini yürüttü ve evimiz Londra'daydı. Savaştan sonraki yeniden inşa ve onarım sürecine tanıklık ettik. Direktörlük makamındaki görevi 1938-1958 arasında 20 yıl kadar sürdü. Bu yıllar boyunca kolejde misafir oldum ve Londra'nın müzik dünyasının tadını çıkardım. Bir yönüyle hem onun hem de benim için güzel zamanlardı.
  9. Orduya yazılarak pasifizmi bırakmam.
    Pasifizmi imkansız kılan Laval'ın kendisiydi. 1940'da Fransızlar teslim olduklarında, az çok pasifist olan Laval Fransız devletinin başına geçti. Net bir şekilde şeytani bir kişiliği vardı diyebiliriz. Kendi menfaati için durumdan faydalanıyordu ve onun devleti yönetirken tavrı pasifizmin çıkar yol olmadığını gösterdi. Zira Almanlar Fransa'yı işgal ettiklerinde Fransızlar'ın önünde iki alternatif vardı: ya Laval'a katılıp bir işbirlikçi olacaktınız ya da Maquis ile birlik olup direniş saflarında savaşacaktınız. Orta yol yoktu. Böylesi şartlar altında pasifizm bir çıkar yol sunmuyordu. Gün gelir de İngiltere de işgal edilirse bizim pasifist duruşumuzun Alman askerlerine karşı ne derece işe yarayacağı Fransa örneğinden çok net görülüyordu. Ya işbirlikçi ya da direnişçi olacaktık. Tabii ki direnişçi olmayı seçecektim. O zaman aklımı başıma alıp orduya yazılmaya karar verdim ve yazıldım. 1940'ta Subay Eğitim Teşkilatı'na katıldım. Burası okumuş çocukların orduya katılmadan önce almaları gereken eğitimi veriyordu. O ana değin bir parçası olmayı reddettiğim yerdi...
  10. Üniversite diplomamı almam.
    Diplomamıza savaş diploması deniyordu. Herkese bir diploma veriyorlardı. Üniversitede bir yıl geçirmiş olmak bile yetiyordu: kendiliğinden diploma belgesini alıyordunuz. O bir buçuk yıllık eğitimimin ardından diplomamı aldım.
    SS: Hafızamızı tazelemek için vurguluyorum. Diplomanızı aldığınızda matematik üzerine birkaç makale yazmıştınız.
    Doğru. Ve bu makalelerin hepsi sayılar teorisi üzerineydi. Her ne kadar sayılar teorisi Besicovitch'in ilgi sahasının dışında kalsa da okuduğum kitaplar özellikle de Hardy ve Wright'in Sayılar Teorisine Giriş adlı kitabı beni bu sahaya itti. Hardy ve Wright muhteşem bir kitaptır. Problemleri oradan almıştım. Hardy'den ders almaktan ziyade matematiği onun kitaplarından öğrendim. Ayrıca Winchester'daki ödüllerden birisi de Ramanujan'ın Toplu Makaleleri'ydi. Makaleler tam bir sanat eseriydi. Ramanujan'ın en zarifinden bir sayılar teorisi uzmanı olduğunu söylememe lüzum yok sanırım. Ramanujan'ın konjektürlerinden bazılarını ispatlamaya çalıştım ve aslına bakılırsa sayılar teorisi araştırmalarında yayınlanmaya değer birkaç iş çıkardım. Yaptığım ilk iki iş bunlardı.
    SS: Ve bunların hepsini tek başınıza yaptınız. Soruların seçimi ve çözümler...
    Evet. O çalışmaları Hardy ve Littlewood'dan bağımsız olarak yaptım.
  11. Bombardıman Komutanlığı'na sevkim.
    SS: 1943'te Cambridge diplomanızı aldınız ve sizi Bombardıman Komutanlığı'na sevk kararını kim verdi?
    C. P. Snow'un ta kendisi. Kendisi çok meşhur bir roman yazarıydı. Ancak o dönem bir kamu hizmetlisi olarak görev yapıyordu ve işi teknik donanıma sahip insanları orduda uygun pozisyonlara yerleştirmekti. Üniversiteden yeni mezun genç adamlardan oluşan uzun bir liste vardı elinde ve bizi istihdam edeceği boş pozisyonlar... Aramızdan bazıları kripto-analiz yapmak üzere Bletchley'e gitti. Radarda çalışmak için bazılarımız Malvern'e. Ve bazılarımız da bombardıman harekatlarının analizini yürütmek üzere High Wycombe'ye sevk edildik. Snow benim High Wycombe'ye sevk edilmem gerektiğine karar verdi. Benim açımdan da bir sorun yoktu. Nerede görev verilirse gidecektim. Lakin o sevkıyatı kulağa hoş gelen cümlelerle boyayıp cilalamakla meşguldü: mülakatım esnasında yirmi dakika içinde bana hayatımda hiç duymadığım kadar yalan söyledi.
    SS: Bu onunla ilk karşılaşmanız mıydı?
    Evet. Benim açımdan bakıldığında kendisi sadece bir devlet memuruydu. Hiçbir kitabını okumamıştım. Bana yapacağım bu muhteşem işi anlatıp durdu. Neymiş? Bombardıman harekatındaki zorluklara göğüs germek ve neler olup bittiğini görmek için mürettebatla beraber uçacakmışım vesaire. Beni üç kağıda getirmişti. Zannedersem roman yazarı kişiliği onu esir almıştı. Söylediklerine inanıyor olması mümkün değildi. O derece durumdan habersiz olabileceğini sanmıyorum. Her neyse bu derece heyecan verici bir işe girdiğim için çok mutluydum. Oraya vardığımda bulduğum şey soluk, köhne bir ofiste sabahtan akşama kadar oturmaktı. Asla bir bombardıman harekatına aktif olarak katılmanın yanından bile geçmedim.
  12. Hamburg ve Dresden bombardımanı.
    Bulunduğumuz yer High Wycombe dışında bir tepede, ormanlık alanda gizlenmiş askeriyeye ait barakalardan oluşan bir siteydi. Bombardıman Komutanlık Karargahı oradaydı. Askeri amirimiz Sir Arthur Harris'ti. Biz her sabah bisikletle tepeye tırmanırken o büyük bir limuzinle yanımızdan geçip giderdi. Kurum nezdinde bizler birer Kunta Kinte'ydik. Oraya vardığımızda 19 yaşındaydım ve oraya vardığım hafta Hamburg'u bombaladık. Bombardıman komutanlığının gerçekleştirdiği ilk başarılı harekat budur.
    SS: Başarılı derken neyi kastediyorsunuz?
    Hamburg'da bir sürü hedefi imha ettik ve tam bir ateş yağmuru vardı ve takriben 40.000 insan öldürüldü. Amirimiz Bombacı Harris'in anladığı manayla ilk hakiki başarımız buydu. Ona Bert diyorduk. Bert, Almanlar'ın şehirlerini yakarak onların içine Allah korkusunu salmamız gerektiğini savunuyordu. Tüm harekatın ana fikri buydu. Bert'in kafası tek bir şeye odaklıydı: askeri hedeflerden ziyade tüm ülkeyi imha edip savaşı kazanmak. Ve bu Hamburg'da işe yaradı. İlk defa normal yangınlardan çok farklı kıyamet gibi bir ateş fırtınası çıkarmaya muvaffak olduk. Bu saatte yüz mil hızında rüzgarların köpürttüğü havada yüzlerce feet yüksekliğe çıkan alevlerin sirkülasyonu demektir. Saldırıdan kurtulan insanlar için bu korkunç bir tecrübedir zira orada kurbanlar ölesiye yanmış, sığınakta olanlar ise dumandan boğulmuştur. Ateş fırtınası olmasaydı böyle bir şey asla gerçekleşmezdi. Dolayısıyla ateş fırtınası yarattığınızda binlerce kişiyi öldürebiliyordunuz. Ama ateş fırtınası çıkaramadığınızda aynı bomba tonajıyla sadece birkaç yüz kişi ölüyordu. Nitel açıdan da mutlak anlamda bir fark oluşturuluyordu. Harris'in amacı tüm Almanya üzerinde ateş fırtınası çıkartmaktı. Ama aslına bakıldığında buna sadece iki defa muvaffak olduk: 1943 Hamburg ve savaşın neredeyse bittiği 1945 Dresden bombardımanı. Bu ikisi arasında yüzlerce bombardıman saldırısı gerçekleştirdik ama hiçbiri ateş fırtınası üretemedi. Komutanlığa vardığım zaman herkeste büyük bir sevinç vardı. Zira ateş fırtınası nihayet işe yaramıştı. Lakin neden ateş fırtınasının Hamburg'da işe yarayıp da başka yerlerde işe yaramadığını bir türlü keşfedemedik. Meteorolojik bir kaza eseri gibi görünüyordu. Muhtemelen işin başında kararsız bir atmosfer olması ve o kararsızlığı tahrik ederek fırtınayı tetikleyen bir bombardıman yapılması gerekiyordu. Bilmiyorum. Bugüne kadarda bunun anlaşıldığını zannetmiyorum. Ancak harekatın en büyük başarısızlığı bunun aynısını bariz bir biçimde birincil hedef olan Berlin'de yapamamış olmamızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder